5 Şubat 2011 Cumartesi

İz çöplüğü.

Uzun, geniş bir garın ortasında sağa sola çarpmadan, duraksamadan yürümeye çalışan yaşlı bir adam. Tozlu düşüncelerinden geriye tırnaklarının arasındaki kirler kalmış yalnızca. Tutmaya çalıştığı ancak tutamadıklarından yadigar.

Şekil alabilmeyi becerememiş bir bulut gibi zihni. Suçlulukları, ağzının orta yerinde her an haykırabileceği konumdalar. Ansızın unutursa diye çıkarmıyor yapma dişlerini geceleri ağzından. Ama yine de dişlerini koyduğu sanılan o su bardağından aynı tiksintiyle vazgeçilmeye devam ediliyor. Sırtındaki ağırlık kamburundan mı pek ayırdında değil; ancak sevimsiz bir sokak köpeğini korkutmak için bastonunu kaldırdığında ayrımsıyor varlığını.

Serin bir bahar akşamı iliklerine işlerken kalbinde hafif bir karayel esiyor yaşlı adamın. İsmi neydi? İsmini düşündü. Neydi sahiden?

Tam 21 yaşındaydı. Ve gözleri...
Neydi?

Sesini anımsamaya çalıştı ve kulaklarında çınlayan sese odaklandı. Gelen, yalnızca trenin sağır edici uğultusundan ibaretti.
Neydi? Bir şiir yazmıştı adına. Ah, neydi? Unutmuş olamazdı. Şiir dün gibi aklındaydı oysa.

Ellerini hatırlıyordu. Tam bankın kenarında duruyorlardı gitmeden önce. Trene binmeden önce tek baktığı yeriydi. Gözlerinde gider, gözleri zihnine kazınır ve başka penceresi olamaz sonrasında diye ellerine bakmıştı. Hem ellerini de alıp gittiğinde, gittiğini boşta kalan ellerinden anlayabilirdi. Yine bencildi.

Baksaydı, kızın gözlerinden süzülen yaşları görebilirdi belki. Daha sonra mektubunda yazdığı "kendine iyi bak" tümcesinin ıslaklığını da gözleri değil parmakları hissetmişti zira. Gözleriyle değil, yine elleriyle hissetmişti.

Ah, neydi ismi. Saçlarını anımsadı. En az ayrıldıkları gece kadar kara saçları beline sarılırdı. Sırf o yüzden bile saçlarını çok kıskanırdı. Giderken örgülü saçlarını tutan tokasını çıkarıp bileğine takmıştı adamın. Toka iz yapmıştı bileğine, eve gidince fark etmişti adam. İz geçince tokayı da çöpe atmıştı.

Bir düş kadar uzak bir bank kadar yakındı geçmişi. Yanında oturuyordu ya işte şimdi. Elleri yine telaşını belli ediyordu her zamanki gibi. Hiç gitmemişti ki.

Hep 21 yaşındaydı ki.

Toka çöpteydi. Ama izi gitmemişti ki.

Dinleyiniz:  David Nevue - Overcome
 http://www.youtube.com/watch?v=YQsOO-wAgRI

4 Şubat 2011 Cuma

Git.

*İlham veren sevgili Büşra'ya çok teşekkür ederim.

Seçimlerimizdir aslında bizi "biz" yapan. Yapabilirsin, yapabileceğinin farkındasındır ancak yapmazsın. Öyle gerekir çünkü. Öyle şartlamışsındır kendini.

Yapmadığın zamanın arkasında durup cesurca her sonucuna katlanmayı göze almaktır yapmamak. Yapabilecekken, mümkünken gayet ve her şey hazırken sen yapmamayı seçersin. Cılız bir gurur, bahar meltemi gibi bir bencillik dolaşır teninde. Kendimize güvenle dolar içimiz ve irademizin gücüne bir kez daha hayranlıkla bakakalırız. Çekilecek acılar, ödenecek bedeller yahut mahrum kalınan zevkler zihnimizden bir film karesiymişçesine geçmeden önce sabır kuponları en başta yatırılır bu bahiste.

İşin aslı öyle midir? Öyle olmasını isteriz yalnızca.

Kabullenmektir yapmamak. Her ıstırabı, her üzüntüyü, her nedeni, her sonucu kabullenmektir. Kendini test etmektir bir nevi, gücünü ve dayanıklılığını, kendine bağlılığını ölçmektir. İnanmaktır kendine. Hatta egoistleşmektir yeri geldiğinde.

Seçimlerimizdir karakterimizi oluşturan. Dayanamayacağını bilirsin ama o gider. Dayanamamanın onun gidişini durdurup durdurmayacağını bilemezsin. Yakıştıramazsın, oturtamazsın üzerine bir türlü "dayanamam" demeyi. Kendine dayanırsın o yüzden. Güçlüsündür sen, daha önce çok dayanmışsındır ya gidişlere. Kendine dayanırsın yine.

Daha çok kök salarsın bu şekilde toprağa, her gidiş daha çok güçlendirir seni daha az acırsın hep. Öyle olacağını sanırsın. Hatta garip bir haz bile duyarsın bundan. Gidişler hep en çok seni etkilemiştir ya, intikamını böyle alırsın. Gitmezsin, gidemezsin çünkü toprağın derinliklerindedir köklerin.

Git dersin. O gitsin istersin. Çünkü senin yuvandır burası, gitmelere değil kalmalara alışmışsındır. Köklerin daha bağlıdır artık toprağa, hiçbir heyelan hiçbir deprem etkilemeyecektir ya seni. Sel bassa en fazla ne kadar aşınırdı ki köklerin? Aşınırdı ya işte, her gidişte biraz daha bağlanırdı toprağa biraz daha derine giderdi belki ama aşınırdı yine.

Git dersin. Gitsin istersin. Yine diğerleri gibi olsun, daha güçlen iyice bağlan toprağa daha bir benimse iliklerinde...
Git dersin. Gidecektir nasılsa. Daha önce gitmemişler miydi?
Git dersin. İlkinde olmasa da gidecektir, bilirsin. Nasılsa anlamamıştır seni, güvendiğini inandığını her şeye rağmen sevdiğini görememiştir yine.
Git dersin. Neden hâlâ gitmemişti ki? Yalnızca biraz daha sabırlı olmalıydı.
Git dersin. Bir an önce gitmeli. İstersin, çok istersin gitmesini. Hayallerin, inançların daha fazla büyümeden, küçücüklerken hazır, gerçekçi tırnaklarını geçirebiliyorken henüz üzerlerine...
Git dersin. Gitsin istersin. Elinden geleni yaparsın gitsin diye. Gidecektir nasılsa.
Git dersin. Gitmesini her şeyden çok istersin. "Gitme!" diyemeyeceğinin farkındalığı çöker üzerine. Her geçen an daha büyük bir mutsuzluk çöreklenir yüreğine.

Git dersin.


Git.


Dinleyiniz: http://www.youtube.com/watch?v=r-1tRxd-uMI

1 Şubat 2011 Salı

Seni hiç sessiz bıraktılar mı?

Sorgusuz sualsiz nicedir susuşların. Seni hiç sessiz bıraktılar mı?

Çaldılar mı umutlarını, aldılar mı yarınlarını? Söyle lütfen. Yoksa farkındalığını unutalı çok mu olmuştu?

Düşlerinin üzerine yumurta kırıp omlet yaptılar mı? Çevirdiler mi seni de kızgın tavada önlü arkalı?

Söylediklerin söylemediklerin oluverdi mi hiç? İnfazsız yargı derken ecelli temyizi yaşadın mı?

Kaçışlarını, unutuşlarını, uyutuluşlarını... İzlediler mi? Yetinmekle mi kalmışlardı yoksa?

Tanımadıklarının verdiği şekeri yeme sakın diye tembihlerken çikolatayı siyanüre banıp da mı verdiler? Ya da "aman oku yavrum" derken çekip aldılar mı sorgulayışlarını elinden? Her cevapsız çağrıda umursamazlığına sitem edip kendini bulamayınca sustular mı?

İşlediler mi ilmek ilmek esinlerini, her kurgunu arşınlayıp sonu bitmiş ortası yek bir romanı tutuşturdular mı eline? Sonu belli romanın karakteri yok yalnızca, "romanın o bölümünü de sen dolduracaksın, senin misyonun bu işte hayatta".

Roman yazmaya çalışırken aslında şiir yazmak istediğini fark ettin mi hiç? Ya da bu konuda yeteneksiz olduğunu kabul edip köşene çekilince alabildin mi eline başka bir yazarın denemesini? İlham meleklerinin vefasızlığına sitem edip bıraktın mı yoksa kitabını kitaplığının ücra bir yanına? Şöyle sorayım, aslında kitaplıkta yer işgal etmekten başka bir işe yaradı mı o yarım kalan kitap?

Her bölümde katlanarak artması gerekirken heyecanın ve sen ucuz bir aşk romanı okuduğun sanrısını taşırken -sonu belli ya olsa olsa aşk romanı olmalı okuduğun- okuduğunun aslında gerilim romanı olduğunun ayırdına vardın mı peki? Hem de bol çekişmeli, pek stresli hep sesli bir gerilim.

Romanın bölümlerinin karıştığını ortasından çıkaranlar zeki addederlerken kendilerini sen filmin sonunda perdeye bakakalan seyirci oldun mu?

Filmin sonunu anlamayınca yanındakine sormaktan çekinip kafasını günlerce "o" sonla meşgul edenlerden miydin yoksa? Ya da olsa olsa anlamayışlarını niteliksiz addettiği yönetmene mal edip, onu bel altı vurmakla suçlayanlardan olmalısın.

Biri tutup açsa romanımızı ve ortasından rastgele bir soru sorsa, onu ilgisizlikle öteleyeceğimiz günler uzak değil. Elimizden alınan sorgulardan mahrum bir biz varız ya. Bir biz anlaşılamadık, bir biz sonuçsuz bırakıldık zaten.

Sonucu bulunmuş problemlerin gidiş yolunu hiç merak etmedik ki. Ezberci zihniyete veriştirip anlamaya çalışmaktansa ezberi yeğledik hep. Zira verileni alıp isteneni tanımazdan gelmek en vazgeçilmez ritüelimiz oluvermemiş miydi. İstenen kimdir, nedir ne yer ne içer... Verilenle aralarındaki ilişki neden bizi ilgilendirsin ki ama, doğru. Gereksiz.

Bilmiyorum.

Anlamıyorum.

Dahası artık anlamak istemiyorum.