15 Mayıs 2011 Pazar

Adını sen koy.

Adlandırmak kadar iç rahatlatan bir durum yok. Aslında içinde inceden bir paradoks oluştursa da bu "adlandırma sapkınlığı" insanoğlunun genetiğine itinayla yerleştirilmiş gibi. İsim koyduktan sonraki süreçte o ismin altına ve arkasına yerleştirilen onca anlam, o ismin yarattığı tüm çağrışım ve beklentiler daha isim konulmadan önce şekillenmeye başlar zihinlerimizde. İsim yoktur, konulmamıştır daha ya da oturmamıştır legonun ayakları diğer parçaya ve zihnimizin bir yanı yanı diğer yanını bu konuyu daha da araştırmaya sevk eder. Uygunluk karinesi dediğimiz olguda stabil kalıplarımıza ya da inşaatımızın temelini oluşturan demirleri kapatabilecek çimento kalitesini ararız ısrarla. O çimentoyu kendimizin imal edebildiğini görmek önce şaşırtır, sonra korkutur elbet. Beton yapmayı bilmek bir yana, çimento için gerekli malzemelerin tamlığından ve elzem koşullardan asla emin olamayız. "Kendim yaptım" mantalitesi içinde hem özeni hem de eksiklik hissiyatını yanında getirir çünkü.

Ne diyordum? Ah evet, adlandırma.

Adlandırana kadarki süreçte "daha uygun bir isim" bulabilmekten başka bir kaygı oluşmasa da, asıl problem adlandırdıktan sonra ortaya çıkar. Hem ölesiye korktuğumuz hem de garip bir merakla peşinden gittiğimiz belirsizliğe bir son verilmiş, elle tutabilmek için bir somutlaştırma sürecinin sonuna gelinmiştir zira. Somutlaştırmayı da severiz, elle tutabiliyoruzdur, dokunup hissedebiliyoruzdur ve artık en vahim tehlike yahut en göz karartıcı mutluluk sahnesi bile bir "alt-üst aralığı" çizgisinde seyreder. Limit gibi yani, belirli aralıkları var. Ama belirsizlik, x sonsuza gider gibi. Ya da eksi sonsuz. Belki de 0 gibi. 0 bir sayı mıdır? Neyse konumuz o değil.

Eksi sonsuz ile sonsuz arasında kayıp gitmeye engel olmaktır adlandırmak. Alt limitini ve üst limitini belirlemektir. Sınırlarını bilebilmek, en iyisine de en kötüsüne de hazır olabilmektir. Olasılık konusuna çalışmadan geçme isteğidir.

Adlandırmadan sonraki aşama ise limitimizi türevinin alınabileceği bir grafiğe oturtma çabasıdır içimizde. Evet limitler belirlidir ama her x=y değeri için bir formül, bir genel geçerlik de olmalıdır daha rahat hissetmemiz için. Eğrinin nasıl azalıp artan olduğunu, tepe noktasını bilme isteği içimizde baş göstermeye başlar. Yetinmeyiz, eğrinin şeklini zihnimizde şablonlaştırırız hatta abartıp ezberleriz o eğriyi ve bundan sonra her gelecek x değeri için gidilecek y'yi elimizle koymuş gibi grafikte buluruz. Ya da öyle olacağını sanırız. Buna da alışkanlık deriz.

Alışkanlıklarımızdan hem nefret ederiz, hem ölesiye bağlanırız. Alışkanlıklarımız içimizdeki bilme hissinin verdiği güvenin arkasına sığınırlar hep ve her gitme tehdidinde ince bir sızı eşliğinde korku salıverirler bedenlerimize. Alışkanlıklar adlandırma dediğimiz gidişatın sonucudur yani bir nebze.

Yazıma devam etmek, bir sonuca bağlamak isterdim elbette ancak bu şu anda benim için mümkün görünmüyor. Yani şöyle izah edeyim, eğer bir inşaatınız varsa ve sağlam olduğundan eminseniz çimento dökebilirsiniz. Onun haricinde çimento hazırlamakla vakit kaybetmek gereksizdir.

Yazımı bitirmeden önce adlandırma içgüdüsünün bir ileriki aşaması olan kategorizasyonun ise salt içselliğe dayanmadığımı belirtmem gerek. Ama konumuz adlandırma. Kategorizasyon yapmaktan hoşlandığımızı nereye kadar inkar edip onu "yafta vurmak" ile suçlayacağız merak ediyorum. Kategorizasyonu da seviyoruz yani, evet.

Her neyse, mutlu adlandırmalar. Sonucun yanlış olmasına değil, formülü yanlış yazdığınızı fark edip ona odaklanabilmeniz dileğiyle.