25 Ekim 2011 Salı

Açık

Biz hep açık konuştuk.
Gökyüzünden maviydi sözlerimiz.
Sığ bataklarda değildik, kuşlar gibiydik,
Uçarıydık. Gözlerimizde
Şavkıyan parıltılar gibiydik.

Biz iyiye iyi, güzele güzel dedik
Masallardan çekerdik mısraları, tülbent gibi. 
Yalnız, şiirlerde yalan söylemezdik
Umutlarımızda, hayallerimizde de yalancı değildik.

Biz buğday tarlalarında buğday,
Ağu yeşili bahçelerde ot,
Trenlerde düdük sesiydik.
Yıldızlara çobandık, değirmenlere su
Bozkırlara bulut gölgesiydik.

Seller aktı gitti. Biz kaldık. 
Bulutlar uçtu gökyüzünden.
Rüzgarlar darmadağın etti.
Ne bahçesinden hayır var, ne güzünden.
Akıl da bulutlar gibi çekip gitti.

Nerden bilirdik, çalışmaktan
Kocayacağını sevgililerin?

Yaşamanın güzelliği kadar
Hoyratlığını, bezginliğini...

Biz kaldık, koyup gitti bahar,
Her şeyi nerden bilirdik.



Cahit KÜLEBİ




Dinleyiniz: Max Tichter - The Nature of Daylight  http://www.youtube.com/watch?v=8rluU6BGpKw

16 Ekim 2011 Pazar

Mavi Ekim

En az ıssız ve cesur bir bankın varlığını aniden fark etmek kadar ansızın oluşmuştu hissiyatı. Ve sonrası o bankın ıslak olduğunu ayrımsaması kadar hayal kırıklığıydı en az. Yorucu bir gelecekten gelmişçesine soluklanacaktı yalnızca ama yağan yağmurun kendisini giderek daha da hissettirmesi canını sıkmaya başlamıştı. Etrafına bakındı, durağan bir kimse yoktu ancak bu ufak hareketlenme bile sinirini bozmaya yetiyordu. Durgunluğun içinde kaybolabileceği başka neresi olabilirdi ki? Düşündü ancak pek bildiği bir yer yoktu. Kafasındaki kalabalık ile şehrin yoruculuğunu karşılaştırdığından değil, ama yine de sakin bir gidişata ihtiyacı olduğu kesindi.

Derin bir nefes çekti ciğerlerine ve düşünmeyi bıraktı, yalnızca orada öylece durmak bile onu rahatlatabilirdi aslında. Yukarıdan bir dal düştü aşağıya ve yaprakların yanında kendisine hışımla yer açtı. Yaprakların yanında olmak için böylesi baskın olmaya gerek yok diye düşündü adam ancak sonrasında bir dal ile bir yaprağın ağırlığını karşılaştırmayı düşünemediği için kendisine kızdı.

Kuşlar ötüyordu tepelerde ve hâlâ oturacak bir yer bulamamıştı adam. Yağmur yağıyordu, banklar ıslaktı ve çok nadir de olsa insanlar geçmeye devam ediyordu. Daha iyi bir seçeneğinin olup olmadığını düşünmeden çöküverdi oraya öylece. Yürüyecek mecali dahi yoktu; ıslaklık-ıslanmak, Ekim ve geçmişi umrunda değildi.


Adam gözlerini dikiverdi yüksek ağaç kümelerine. Gökyüzünü görmek zordu elbet, ancak o gün buna ne ağaçlar ne kasvet ne de Ekim izin veriyordu. Bir kuş uçtu ansızın yukarıdan ve tam yanıbaşına geliverdi. Umursamadı adam. Kafasını çevirince kuşun gideceğinin ayırdındaydı o yüzden hiç çevirmedi kafasını. Bir çift geçti gözlerinin önünden ve gözleri anlaşmışçasına siyah paltosunun üzerinden geçerek gözlerine kayıverdi adamın. Adam gözlerini çekme ihtiyacını hissetmedi. O anda orası öylesine onundu ki, sanki davetsiz misafirlermişçesine salıverdi memnuniyetsizliğini çiftin üzerine.

Kafasını yeniden yukarı kaldırdı. Ne bir yaprak düşüyor, ne bir bulut görünüyordu. Gökyüzünün renginden de anladığı kadarıyla akşam olmak üzereydi ve o bank giderek onunlaşıyordu. Düşünmek için geldiği bu kasvetli, bu hüzünlü, bu huzurlu yerde düşünmekten kaçıyordu. Yağmur damlaları çürümüş yaprakların üzerinde çıtırdıyordu, uzaktan kargaların sesi bir ıslığı andırıyordu ve adam yalnızlığını banka teslim etmeye uğraşıyordu.

Bankı incelemeye koyuldu sonrasında, pek çok isim, kalp ve tarih kazınmıştı eskimiş ve çürümeye yüz tutmuş banka. 'Bir zamanlar ağaçken ne güzeldin kim bilir.' diye düşündü adam. Bankta gezindi soğuktan pembeleşmiş parmakları yavaşça ancak duruverdiler ansızın. Tek bir harf vardı siyahlaşmış tahta yüzeyin üzerinde, tek bir kalem darbesi belki. Ellerini aniden çekiverdi adam tahtanın üzerinden.

Kollarını kavuşturdu adam ve karşısındaki ağacı incelemeye koyuldu. En az bir asırlıktı ağaç, kim bilir ne çok yağmur damlasını kabul etmişti bünyesine şu ana değin. Gözlerinden bir damla süzüldü adamın ve yüzüne düşen yağmur damlalarıyla birleşti. Tahtaya inceden bir alay ve derin bir hüzünle baktı adam. Böyle olacağını hiç tahmin etmemişti. Gökyüzü parlament mavisiydi, düş kırıklıkları gökyüzünü karartıyordu ve akşam iyiden iyiye çökerken şehrin üzerine adam her adımında kendisinden kaçamayışına hüzünleniyordu. Oraya bir daha gitmeyeceğine dair verdiği sözlerin sayısı belki o asırlık ağacın ömrü kadardı. Parmaklarıyla gözlerini sildi adam ve parmaklarına baktı. Karşıdan gelen insan kalabalığına gülümsedi ve yağmur giderek arttırırken şiddetini adamın zihni mavileşti. Üzerindeki siyah paltosu ve adam Ekimleşti.

Dinleyiniz: http://www.youtube.com/watch?v=3frTqo_XZg4

9 Ekim 2011 Pazar

Sus.

Yoksun şimdi. Gittin ve hüzünlerim yeniden isimsiz kaldı Isabel. Bencillik miydi bu yoksa yalnızca bir isim koyma çabası mıydı bilmiyorum. Ve ben hâlâ yokluğunla insanları kaçırıyorum.

2 kere 2nin 4 etmediği her mevsinde adın geçiyor dudaklarımdan. Başkalarının bedenlerine oradan ruhlarına dokunuyor düşlerin. Sessizliğinin yarattığı her çığlık, durgun bir gölde yankılanıyor sanki. Geniş bir menzilde atarmışçasına sapanı aksediyor bedenime ve durulmuyor yayılışın tüm geceme.

Seni görünce rüyalarım ölüyor Isabel. Gel-giti hissediyorum ekvatorlarımda. Bir suç işlemişçesine alınıyor kalbim, çarpıyor tüm sözlerin duvarlarıma. Ben hiç ekvatora gitmedim Isabel.

Yalanlar sızıyor tırnaklarından. Kanatıyor yağmurları ve gözlerine akıyor. Aradan geçen zaman gözlerini öldürmedi ya? Damlardı usulca yanaklarından paçalarına sevgilerin. Hâlâ yağmura küs müsün Isabel?

Böyle olmamalıydın sen. Böyle olmamalıydı tarumarın. Sarılmamalıydın uzaklara, yetmemeliydin haykırışlara.

Sızıntılarını yağmurlar doldururdu hep. Şimdi kimler sarıyor sorgularını? Yine gülsem sana, sevgiyle mi öfkelenirsin acaba bana?

Sus Isabel. Tüm yaşanmışlığınla, tüm alınmışlığınla, tüm yitirilmişliğinle sus. Dolu dolu sus.

Esmenle gürlemenle, korkunla öfkenle, duruluşlarınla kırılmışlığınla sus.

Dinleyiniz: Il Divo - Isabel  http://www.youtube.com/watch?v=9Y-xtZkY9Io