25 Eylül 2010 Cumartesi

Hayatın Şıkları

Bir cumartesi akşamı... Hiddetli yalnızlıklarla dolu kornoların sokakları doldurduğu , aceleci kaybedişlerin umursanmadığı bir cumartesi akşamı. Yarışan kahkahaların hangisinin daha itici olduğu meçhul , nazirenin sahibine ulaşıp ulaşmadığı da öyle. Kaldırımlarda yankılanan topuk seslerinin , kapı gıcırtıları ve hayali fısıltıların buharlaştığı köhne bir yolda gözlerini alkollü gençlerin yarıştığı ana caddeden ayıramayan biri oturuyor sessizce yıkık bir apartmanın girişinde. Belli belirsiz bir gülümsemenin yayıldığı simasına bakan eski bir Kemal Sunal filminin yansıtıldığı bir perde arayabilir karşısında belki ama bunlara gerek yok. Ne benliğini özgürleştirme kisvesine bürünerek aptal taklidi yapanlar görebilir o gülümsemeyi ne de ayakkabısını bağlamak için şöyle bir durup etrafına bakanlar. Görünmezlik pelerinini satmamaya ise kesin kararlı.

Yüzündeki küçük ifadesizliğe , sımsıkı kapanmış dudaklarına rağmen kızarmış ve titreyen gözlerine bakmak ise az da olsa anlatıyor yaşadığı kederi. Kışın en soğuk günlerinden birinde , delik ve eski bir battaniyeye düşüyor bir damla. Gözleri mi daha kederli yoksa kendisinden daha sıkı sarındığı battaniyesi mi bilmiyorum. Tek bildiğim bir şey var , o da yardım istemediği. Bakmadığı gözlerini kaçıramaz zaten yapmacık bir hüzünle.

Soğuktan kıpkırmızı kesilmiş elleri daha bir kavrıyor kadim yol arkadaşını. Kanayan elleri ile gözlerini siliyor , elleri gözyaşlarıyla mı ısınıyor yoksa kederiyle mi uyuşuyor karar vermeksizin. Onu görüyorum ama yoluma devam ediyorum her zamanki gibi , "öldürmeyen şey güçlendirir" zihniyetiyle. Sonra duruyorum ; çünkü o farklı.

O farklı çünkü tercihlerini yapmış ve sonuna kadar arkasından gitmiş. Yaptığı tercihlerinin sonuçlarını yaşıyor , faturasını kimseye kesmeden , fiş almayarak indirim istemeden. Günahıyla sevabıyla , eğrisiyle doğrusuyla , güzeliyle çirkiniyle kendisinin , benliğinin ve seçimlerinin tam tamına arkasında. Kafasındaki uğultuları elinin tersiyle itmiş çevresindekilerin camdan önyargılarına çarptırarak onları kırmıştı sanki. Titreyen ellerini birbirine kenetledi. Sızlayan parmaklarını ısıtan tek el kendi eliydi yine. Ne ojeli eller kaymıştı o ellerden , ne çok parmak kenetlenmişti vakt-i zamanında hatırlamıyordu. Zaten artık pek bir önemi de yoktu.
Tek bildiği şey kendi yol haritasını kendi çizdiğiydi.

Başkasının çizdiği yol haritasında istemediği yollardan çıkacaksa kırmızı başlıklı kızın anneannesinin evine , o kendi çizdikleriyle zalim kurdun tam yanıbaşına gitti.

Bir parça çamur sıçradı yaşlı adamın yamalı ve delik battaniyesine. Aniden duran büyükçe bir arabadan yayılan far ışıkları gözlerini aldı yaşlı adamın , alışık değildi yorgun gözleri onca karanlıktan sonra bu kadar parlaklığa. Hışımla açılan kapıdan kısa , esmer , tıknaz bir kız indi ve açtığı gibi kapadı büyük siyah kapıyı ardından. Ufak bir tartışma yaşandı sonra , kızın mutsuzluğu yüzünden yere damladı ve yamalı , delik ama temiz yorganını kirletti yaşlı adamın. Yaşlı adam sustu , gözlerini parlak far ışıkları almıştı önce o ışıklara alışmalıydı. Tiksinti dolu bir acıma duygusuyla kıza baktı ve baştan aşağı yitip gitmiş hayatını düşündü , ardında bekleyenleri , makyaj dolu yüzünden akan saflığı düşündü. Kız ise aklındaki 1001. şey kızmış gibi duran oğlana kesmeye çalışıyordu faturayı ; ama oğlanın fatura kullanıyor gibi bir hali yoktu. Hatta oğlanın o sırada orada ne yapıyor olduğu hakkında da bir fikri yoktu. Tek istediği kızı faturasız yerine iade etmekti ama bunun artık mümkün olmadığının o da farkındaydı.

Çocuk kıza artık gitmesini istediğini söyledi. Kız neden orada olduğunu bilmeksizin ağlamaya başlamıştı. Gözyaşları yaşlı adamın ayağının dibine düştü. Çabucak çekti adam ayaklarını oradan.

Kız gitmemekte ısrarcıydı.Neden gitmemesi gerektiğini bilmiyordu.

Bir haritası yoktu kızın. Yolları , yönleri , tabelaları , ikaz ışıkları yoktu.

Aslında seçimleri yoktu kızın. Seçimlerinden doğan sonuçları yoktu. Sonuçlarına katlanabileceği seçimleri yoktu.

Neyi seçtiğinin farkında değildi çünkü.

Seçimlerini yaşayamıyordu kız. Seçimlerini yaşamıyordu. Kimin söylediğini hatırlamıyordu , artık bir önemi de yoktu onun için. Çünkü artık onun için seçmek , a'yı b'yi c'yi seçmekten ibaretti. Artık onun için seçim yapmak test sorusu cevaplamak gibiydi. O kadar alışmıştı ki "portakalı soydum baş ucuma koydum..." diyerek cevaplamayı sorulara , neyi seçtiğinin bile bir önemi kalmamıştı onun için. Tek bildiği her şeyin bittiğiydi. Artık her şeyin sona erdiğiydi.

Ertesi sabah havalandırma boşluğunda bulundu kızın cansız bedeni. Ya da önceki gece kafası gitar kutusundan çöp tenekesine yuvarlandı. A seçeneği buydu. Yanlış seçeneği seçmişti. Kimin seçtiğini bilmiyordu ama artık kodlamıştı bir kere.

Ne dersiniz belki eskiler haklıdır , test olunca "oley!" nidaları atmamak , cevabı ilk söyleyenin söylediği şıkkını kodlamamak , yanıtı bilmeyince "boş bırakmak" gerekiyordur.

Kim bilir belki sonuçsuz da olsa yorumlamak , en azından "doğru adımlarla sonuca giderek" gidiş yolundan puan alabilmek mümkündür.

Sahiden , 3 yanlış 1 doğruyu götürür mü hep?

Yoksa 1 yanlış tüm sınava mal olabilir mi?

2 Eylül 2010 Perşembe

Yazgının kabullenilişi.

Gökyüzünden süzülen bir kelebek , ince bir ışık huzmesini içinde barındıran. Yahut bir damla hüzün bulutlardan yüzümüze damlayan. Yeni açan çiçekler , naifliğinin zirvesindeki papatyalar , nazlı gelincikler... Yere düşen yapraklarının sesini duyar gibiyim , geçtiğini , bittiğini görür gibiyim. Seni var eden ışığa yüzünü döndüğünü hissediyorum , doğaya boyun eğişin , ona sorgusuz bağlılığın ve senden sonra gelenlerin döngüsünde yalnız bir basamak olmayı kabullenişin beni sana bağlayan. Öncesi ve sonrasındaki sicim gibi dizilişte tek nokta , tek sıra olmak. Pişman olmadan , düşünmeden , bir öncekinin kendini feda ettiği gibi kendini feda etmen umarsızca ve bunu dolu dolu yaşaman beni hayrete düşüren.

Boyun eğmek bir vazgeçiş midir , bir terkediş mi? Güçsüzlük emaresi mi yoksa içten bir özgüven mi?

Gökyüzünden süzülen bir kelebek , ipince. O kadar güzel o kadar güzel ki... Daha güzel olamaz diye düşündüm , hava kararıp ayaklarımda can verene kadar. Kitabımın sayfasında saklı şu anda , ama güzel değil artık o kadar.

Ama ne kadar güzel olabildiğini hatırlıyorum. Ne kadar güzel olduğunu.

Yalnız ben hatırlıyorum. O yüzden hala güzel.

Ölmeseydi ayaklarımın dibinde , çalmasaydı gözlerimi kanatlarına saklayıp götürmeseydi dünyadaki milyarlarca kelebekten biriydi güzelliği. Ama o ölümünü benden saklamadı.

Gözlerimin önünde vazgeçti. Hayatından vazgeçerken cesurdu. O yüzden güzel hala.

Hayal kırıklığı yaşayan bir gelinmişçesine boynunu büken gelincikler , kendi istekleriyle tac olmaktan sevenleri memnun etmekten vazgeçen papatyalar ve kelebek. Vazgeçiş gücünü içinde bulan neden inkar etmez yazgısını? Yazgı mıdır boyunlarını eğdiren , neden direnmezler?

Biz neden direniriz? Neden hep güzel olmak isteriz?

Neden vazgeçmeyiz?