1 Aralık 2012 Cumartesi

Traces of time

 Dakikalar, saatler, günler geçiyor. Geçen bir şey mi var yoksa değişen mi; yahut zaman yalnızca kendi algılarımızda yer alan klişe bir adlandırma mı bilmiyorum. Zaten adlandırma veya kategorizasyon kisvesi altına olguları sıralamayı bırakalı çok oldu.

 Güneş açıyor, bulutlar dağılıyor gökyüzüne ve yağmur patlayıveriyor ansızın. İnsanlar geliyor geçiyor, caddeler doluyor, hayatlar boşalıyor. Zaman ilaç mı yoksa beklenen biri mi; bir sonuç mu yoksa pişmanlık mı? Bir objeye çok yakından bakarsan o kadar da güzel olmadığını anlarsın ya, aynı kaide yaşantılarımız için de geçerli elbet.

 Başka irdelenmesi gereken husus ise: "Kim memnun hayatından?"

 Beklentilerimiz ve zaman arasındaki pozitif korelasyona odaklanmaktan, kendimizi gözümüzde büyütüp hatalarımızı umursamaktan neden burada olduğumuzu çok sık unutuyoruz. Hep bir bekleyişimiz daima bir umudumuz var gelecekten. Daha doğru deyişle, zamandan medet ummak bu. Asıl sorun burada başlıyor zaten.

 Zaman gerçekten bir ilaç belki küçük gündelik problemlerimiz için ancak korkarım ki bu oyunda hali hazırda zaten süre sınırı var. Duyumsanan her acı, yaşanılan her pişmanlık için zamanınızı harcıyorsunuz gibi düşünün. Üzüntü duymamak yahut umut etmemek değil kastım, hayatın ta kendisi bunlar elbette. 

 Zamanla gerçekleşecek belki tüm istekleriniz ama "gerçekten olmak istediğiniz yerde" olacak mısınız? Uğruna bunca zaman harcanan sonucunuz mutlu edecek mi sizi, yoksa gençliğinizi yeğ mi tutacaksınız yıllarınızı verdiğiniz ihtişamlı sonucunuza. "Ben egom için, başarılı kıstasını iliklerime kadar hissederek yaşadım, tüm amacım buydu." diyorsanız bu yazıyı okumayı bırakabilirsiniz.

 Çok farklı olduğunuzu düşünüyorsunuz ama inan onun acısı da farklı değil seninkinden. Ya da onun hayal ettikleri daha başka değil senin düşlediklerinden. İsteklerimiz, hayallerimiz, kızgınlıklarımız, üzüntülerimiz, mutluluklarımız... Herkesin giderek aynılaşması klişesi değil kastım, elbette ki modern dünya düzeninin bir parçası bu aynılaşmak ama bu başka bir yazının konusu. 

 Yalnızca bir an için unutun kendi hayatınızı ve etrafınıza bakın. Zamanın insanlara neler yaptığını gözlemleyin. Sebep - sonuçlarınız olsun. O az önce konuştuğun kadın 20 yıl önce senin gibiydi bir zamanlar, o çok özendiğin adam da öyle. Zamanın onlardan neler getirdiğine bak evet ama neler götürdüğüne de bak. Ne kadar "zaman" harcandığına,  değip değmediğine. 

 Fark ettim ki hep aynı noktaya gelebildiğimde buraya yazıyorum. Mutlu olmamız gerektiğine inandığımda, kategorize etmeden, sınırlamadan ve kalıplara sığdırmadan mutlu olmamız gerektiğini anladığımda. İçselleştirmeyip kendimden uzaklaştığımda. Genelleyebildiğimde, aynılıklarımızı anladıkça.

 Farkında olun yaşantınızın. Başkalarının çizdiği rol-modellere göre, onların adlandırmaları ve tanımlamalarına göre değil, mutlu olacağınız şekilde yaşayın. Tüm isteklerinizin sonuçları da hayatın içinde, tüm görünümleri algılayabilin. Kum saatinizin boyutu farklı da olsa herkesin bir kum saati olduğunu unutmayın.

 Unutacaksınız elbette tüm bunları. Yeniden odaklanacaksınız sizin için büyük başkaları için küçük, gündelik, kişisel sorunlarınıza. 

 Kum saatinizi daha sık fark edebilmeniz dileğiyle.

Dinleyiniz:   Entertainment for the Braindead - A Trace (live)http://www.youtube.com/watch?v=f6W0sHVkzSE

11 Eylül 2012 Salı

Arşının düşüşü

Işıklı bir koridor,
ilerlemeyen.
Parlaklığının göz alıcılığını sektirdiği,
yansımaları acıtan
her kıvrımı arşınlanıp arşa ulaştırabilecek olan.
Bir adım kala
bir ramak
Düşüp
düşünden ayrı tutan.

Bir koridor, tutanamadığın.
Savunmasız, bembeyaz duvarlarıyla
ayrı kalacağın düşlerinin
düşürdüğü.
Kör olan gözlerinin uyuşukluğunda
kararacak bir koridor.
Günahsız, suçlu
ölçülü eşitliği ile
sabırsızca sonsuz.

16 Haziran 2012 Cumartesi

Stop. Play. Go.

Evet biliyorum, buraları oldukça aksattım. Bazen yazmaktan çekinir oluyor insan, daha bir 'biriktirme evresine giriş 101' tadı yakalanıyor. Cümlelerim samimiyetini kaybetmeye başlamadan sıcağı sıcağına aktarmamanın o hissel gelişimden çok şey götüreceği kanaatindeyim artık. Evet, "samimiyet" önemli.

Bu noktadan şuraya gelmeye çalışıyorum ki, bloğum amacını kaybedeli çok oldu belki ama hafiften bir revizyona gidilebilir. Güncellemek, fikirlerimi aktarmaktan çekinmemek evresine girdiğimi söylüyorum yalnızca. Biriktirme evresinden çıkıp tüketme zamanının gelmesi bu belki. Yine de elinin altındaki yırtık kağıda çiziktirmektense buraya yazmak çok daha somut. Geriye dönüp baktığında attığın adımları daha net görülebilir.

Bir tür panoromadır aslında blog yazıları, o yüzdendir herkese ısrarla yazmalarını söylemem. Gelişim görülmek isteniyorsa, değişimden korkuluyorsa ne kadar yol kat edildiğine dair emarelerle yola daha cesaretli çıkılabilir elbet.

Takip etmeye devam ettiğiniz için teşekkür eder,  güzel günler- ya da daha ziyade geceler- dilerim :)

Dinleyiniz: http://www.youtube.com/watch?v=iATLhq5TrzE

28 Mart 2012 Çarşamba

Bölüm 1: Susmak üzerine

Bölüm 1: Susmak üzerine

Yaşantısının sebeplerine çok kafa yorardı Mario. Saçlarının bu genç yaşında bunca beyaza çalmaya başlamasının verdiği ürküntüden daha coşkuluydu içindeki yaşama sevgisi. Delicesine sever, tutkuyla bağlanır ancak aniden küser ansızın barışırdı.

Dargınlığının yosunlaşmaya yüz tutmuş sebepleri sürekli beynini oyalar, adeta sabrını kemirirdi. O ise her defasında "bu sefer dayanamayacağını" düşünür, düşünler ormanına diktiği her ağaç o esnada daha da köklenirdi. Ağaçlarını sulamayı asla ihmal etmez ancak meyvelerini toplamazdı Mario. Garip bir adamdı. Meyveleri toplamayı bir usulsüzlük belki de bir saygısızlık olarak nitelendirirdi. Emeğinin karşılığı yalnızca ağacın sevgisi olmalıydı, teşekküre ihtiyacı yoktu ve hediye kabul edemezdi. Ona göre her meyve ışıldamalıydı  ağacın sevgiyle büyüyen dallarında ve geri dönmeliydi geldiği yere-toprağa-.

Ne demiştim, garip bir adamdı Mario. Karşılıksız sever, sevgisinin karşılığını alınca ise utanıverirdi. Sevgisinin karşılıksız kaldığı her bir gün ise saçlarına bir ak tel daha düşerdi. Saçlarını sevmezdi Mario, sürekli saçlarını kısa kestirmesinin sebebi de bundandı.

Yağan yağmura alınmış soğuğun buğulandırdığı cama baktı. Geçen 24 sene 2 ay ne getirmişti ona sahiden? Hayalleri, yapmak istedikleri, yapabildikleri ve yapamadıklarının toplamı bir inşaatın tek katı olabilmiş miydi sahi? Yoksa mükemmeliyetçiliğinin getirdiği yapıp bozma yetisi sayesinde geriye düşüşleri miydi onu susturan?

Niye susuyordu sahi? Hayatta en çok kendisini sevdiğini söylerdi ya, en önemlisi kendisiydi ya. Neden başkalarının hislerini bu kadar önemsiyordu o zaman? Neden başkaları yerine onları hissediyor, karşısındakini ondan daha çok düşünüyor; adeta onun benliği oluveriyordu? Egoizmin basamakları yolun çok başında yormuşken onu neden gösterişçi tavrının hesabını buğulu pencereden süzülen yağmur damlasından soruyordu? Nedenleri bu kadar meşgul etmişken zihnini, sebeplerle bu kadar yan yana yatıyorken her gece neden sonuçlarını bulamıyordu sabah koynunda?

Neden gece bardan alıp eve götürdüğü içki şişesinden çıkardığı sonuçlar bir hoşça kal öpücüğü bile vermeden kaçıp gidiyordu güneş odasına doğarken? Yalnızca nedenlerle sevişmekten hoşlanıyordu belli ki. Belki de yalnızca gururuna yediremiyordu mazoşistliğini. Kabullenmenin argo kelimelerini yakıştıramamıştı ya üzerine, sağa sola çekiştirmeleri darlığından sanmıştı.

Kabullenirse bitecek gibiydi. Kabullenirse gidecek gibiydi. Şayet kabullenirse; bunca yıldır herkesten sakladığı en büyük sırrı, toprağın derinliklerine, en sevdiği meyve ağacının tam da meyvelerinin düştüğü yere gizlediği hazinesi yok olacaktı. Onun için yaşamıyor muydu sanki? İtiraf edememek korkaklık değil, olsa olsa yaşamdan kopuşu olurdu.

Bunu göze alabilir miydi? Sorgulamamak işine geliyordu doğrusu. Kapattı gözlerini Mario.

                                                                                       
                                                                                           26/03/2011 Pazartesi


Ps: Başlangıcı yapışım üzerinden oldukça uzun bir zaman geçmiş evet ancak en yakın zamanda güncelleyecek ve devamını getireceğim. Güzel günler dilerim.

25 Şubat 2012 Cumartesi

Cesaret ve tekerrür

Uzun mu uzun bir koridor var önünde kızın. Kısa sarı saçları gözünün önüne düşmüş, her attığı adım bir öncekinin aynısı gibi. Aynası ama daha azı gibi. Akılcısı ama bir o kadar da alıntısı gibi.

Koridorun ucunda bir duman silsilesi. Üflenilse bile dağılmayacakmış gibi. İçi nefes, dışı yüzey buğulandıran.

Kocaman bir boşluk var oğlanın önünde. Arkasında hızlıca akıp geçmiş zaman, önünde iki adımlık mesafe belirsizliğe yürek burkan. Bir şey olsun istiyor oğlan. Bir şey olsun da dağılsın o bilinmezlik, o buğu.
Sisin içinden koşarak geçme isteğini dizginlememek istiyor. Duruyor ve bekliyor sessizce yine yalnızca sisin her geçen saniye beyninin her hücresini işgal ettiğini bilerek.

Koridoru sonsuzluğa bağlayan kapının önünde duruyor kız. İnce uzun parmakları kapıyı çalmakla önünde öylece beklemek arasındaki tedirginliği yaşıyor. Susuyor ve sise bakıyor. Sonra aniden sisin içinden geçip sirene koşuyor.

Gitmek üzere olan bir tren var sirenin ilerisinde. Koridorun ucunu göremeyenler ve sisi aşamayanların yalnızca hayallerinin dalgalandığı bir tren. Uzun kahverengi saçlarını dalgalandırarak koşuyor kız trene, son bileti kendisinin aldığını bilircesine. Tutuyor trenin elveda kokan soğuk demirlerini ve hissediyor rüzgarın son hışmını kulaklarında.

Arkasında bıraktıklarını hissediyor kız. Son sireni, buğulu sisi, suskun koridoru. Koridorun ucundakileri...

Rüzgarı hissediyor kız. Üfleyebildiklerini... 

Cesaret ve tekerrürleri...


Dinleyiniz: http://www.youtube.com/watch?v=V6nbFZtxAL4