19 Kasım 2011 Cumartesi

Geçleri tüketmek

"Sen benim ne demediğimi çok iyi biliyorsun."


Söylenirse anlamı kalmayacak şeyler vardır, anlaşılması için her şeyin yapıldığı. Bir gün anlaşıldığı hayal edilen, ancak her geçen anın üzerinden ve değerinden götürdüğü şeyler.


Hâla anlaşılamıyorsa, bu durumdan ötürü kimse suçludur denemez. Olmayan şey birbirini anlamaya çalışan iki bireydir yalnızca. Kimse kimseyi anlamak zorunda değildir zira.


Anlamak, anlaşılmak ve sevgi üzerine dokunmuş bir pamuk ipliğini tek hamlede koparmak çok basit. İpek böceği kozasından binbir güçlükle çıkıyor olsa bile ipek kadar narini yoktur ne de olsa. Ancak söylenmeyen her sözlük ipek kadar yumuşak olmaz her zaman. Ya da sen karşındakini ipek yumuşaklığında hislere bürürken pembe düşlerinde, onun naylona sarılıp yağmura karşı geldiğini görmek kadar hayal kırıklığıdır en az tek ayrımsanan.


Bazen her şey için çok geçtir. Ama yine de hayal kırıklıklarını korumamak lazım bazen. Yağmurun altında savunmasız bırakmak ya da ansızın kozasından çıkarmak...


Farkındalıkları örtmek gerek. Geçleri tüketmek.


Dinleyiniz: Evermore - It's too late http://fizy.com/#s/1e118b

25 Ekim 2011 Salı

Açık

Biz hep açık konuştuk.
Gökyüzünden maviydi sözlerimiz.
Sığ bataklarda değildik, kuşlar gibiydik,
Uçarıydık. Gözlerimizde
Şavkıyan parıltılar gibiydik.

Biz iyiye iyi, güzele güzel dedik
Masallardan çekerdik mısraları, tülbent gibi. 
Yalnız, şiirlerde yalan söylemezdik
Umutlarımızda, hayallerimizde de yalancı değildik.

Biz buğday tarlalarında buğday,
Ağu yeşili bahçelerde ot,
Trenlerde düdük sesiydik.
Yıldızlara çobandık, değirmenlere su
Bozkırlara bulut gölgesiydik.

Seller aktı gitti. Biz kaldık. 
Bulutlar uçtu gökyüzünden.
Rüzgarlar darmadağın etti.
Ne bahçesinden hayır var, ne güzünden.
Akıl da bulutlar gibi çekip gitti.

Nerden bilirdik, çalışmaktan
Kocayacağını sevgililerin?

Yaşamanın güzelliği kadar
Hoyratlığını, bezginliğini...

Biz kaldık, koyup gitti bahar,
Her şeyi nerden bilirdik.



Cahit KÜLEBİ




Dinleyiniz: Max Tichter - The Nature of Daylight  http://www.youtube.com/watch?v=8rluU6BGpKw

16 Ekim 2011 Pazar

Mavi Ekim

En az ıssız ve cesur bir bankın varlığını aniden fark etmek kadar ansızın oluşmuştu hissiyatı. Ve sonrası o bankın ıslak olduğunu ayrımsaması kadar hayal kırıklığıydı en az. Yorucu bir gelecekten gelmişçesine soluklanacaktı yalnızca ama yağan yağmurun kendisini giderek daha da hissettirmesi canını sıkmaya başlamıştı. Etrafına bakındı, durağan bir kimse yoktu ancak bu ufak hareketlenme bile sinirini bozmaya yetiyordu. Durgunluğun içinde kaybolabileceği başka neresi olabilirdi ki? Düşündü ancak pek bildiği bir yer yoktu. Kafasındaki kalabalık ile şehrin yoruculuğunu karşılaştırdığından değil, ama yine de sakin bir gidişata ihtiyacı olduğu kesindi.

Derin bir nefes çekti ciğerlerine ve düşünmeyi bıraktı, yalnızca orada öylece durmak bile onu rahatlatabilirdi aslında. Yukarıdan bir dal düştü aşağıya ve yaprakların yanında kendisine hışımla yer açtı. Yaprakların yanında olmak için böylesi baskın olmaya gerek yok diye düşündü adam ancak sonrasında bir dal ile bir yaprağın ağırlığını karşılaştırmayı düşünemediği için kendisine kızdı.

Kuşlar ötüyordu tepelerde ve hâlâ oturacak bir yer bulamamıştı adam. Yağmur yağıyordu, banklar ıslaktı ve çok nadir de olsa insanlar geçmeye devam ediyordu. Daha iyi bir seçeneğinin olup olmadığını düşünmeden çöküverdi oraya öylece. Yürüyecek mecali dahi yoktu; ıslaklık-ıslanmak, Ekim ve geçmişi umrunda değildi.


Adam gözlerini dikiverdi yüksek ağaç kümelerine. Gökyüzünü görmek zordu elbet, ancak o gün buna ne ağaçlar ne kasvet ne de Ekim izin veriyordu. Bir kuş uçtu ansızın yukarıdan ve tam yanıbaşına geliverdi. Umursamadı adam. Kafasını çevirince kuşun gideceğinin ayırdındaydı o yüzden hiç çevirmedi kafasını. Bir çift geçti gözlerinin önünden ve gözleri anlaşmışçasına siyah paltosunun üzerinden geçerek gözlerine kayıverdi adamın. Adam gözlerini çekme ihtiyacını hissetmedi. O anda orası öylesine onundu ki, sanki davetsiz misafirlermişçesine salıverdi memnuniyetsizliğini çiftin üzerine.

Kafasını yeniden yukarı kaldırdı. Ne bir yaprak düşüyor, ne bir bulut görünüyordu. Gökyüzünün renginden de anladığı kadarıyla akşam olmak üzereydi ve o bank giderek onunlaşıyordu. Düşünmek için geldiği bu kasvetli, bu hüzünlü, bu huzurlu yerde düşünmekten kaçıyordu. Yağmur damlaları çürümüş yaprakların üzerinde çıtırdıyordu, uzaktan kargaların sesi bir ıslığı andırıyordu ve adam yalnızlığını banka teslim etmeye uğraşıyordu.

Bankı incelemeye koyuldu sonrasında, pek çok isim, kalp ve tarih kazınmıştı eskimiş ve çürümeye yüz tutmuş banka. 'Bir zamanlar ağaçken ne güzeldin kim bilir.' diye düşündü adam. Bankta gezindi soğuktan pembeleşmiş parmakları yavaşça ancak duruverdiler ansızın. Tek bir harf vardı siyahlaşmış tahta yüzeyin üzerinde, tek bir kalem darbesi belki. Ellerini aniden çekiverdi adam tahtanın üzerinden.

Kollarını kavuşturdu adam ve karşısındaki ağacı incelemeye koyuldu. En az bir asırlıktı ağaç, kim bilir ne çok yağmur damlasını kabul etmişti bünyesine şu ana değin. Gözlerinden bir damla süzüldü adamın ve yüzüne düşen yağmur damlalarıyla birleşti. Tahtaya inceden bir alay ve derin bir hüzünle baktı adam. Böyle olacağını hiç tahmin etmemişti. Gökyüzü parlament mavisiydi, düş kırıklıkları gökyüzünü karartıyordu ve akşam iyiden iyiye çökerken şehrin üzerine adam her adımında kendisinden kaçamayışına hüzünleniyordu. Oraya bir daha gitmeyeceğine dair verdiği sözlerin sayısı belki o asırlık ağacın ömrü kadardı. Parmaklarıyla gözlerini sildi adam ve parmaklarına baktı. Karşıdan gelen insan kalabalığına gülümsedi ve yağmur giderek arttırırken şiddetini adamın zihni mavileşti. Üzerindeki siyah paltosu ve adam Ekimleşti.

Dinleyiniz: http://www.youtube.com/watch?v=3frTqo_XZg4

9 Ekim 2011 Pazar

Sus.

Yoksun şimdi. Gittin ve hüzünlerim yeniden isimsiz kaldı Isabel. Bencillik miydi bu yoksa yalnızca bir isim koyma çabası mıydı bilmiyorum. Ve ben hâlâ yokluğunla insanları kaçırıyorum.

2 kere 2nin 4 etmediği her mevsinde adın geçiyor dudaklarımdan. Başkalarının bedenlerine oradan ruhlarına dokunuyor düşlerin. Sessizliğinin yarattığı her çığlık, durgun bir gölde yankılanıyor sanki. Geniş bir menzilde atarmışçasına sapanı aksediyor bedenime ve durulmuyor yayılışın tüm geceme.

Seni görünce rüyalarım ölüyor Isabel. Gel-giti hissediyorum ekvatorlarımda. Bir suç işlemişçesine alınıyor kalbim, çarpıyor tüm sözlerin duvarlarıma. Ben hiç ekvatora gitmedim Isabel.

Yalanlar sızıyor tırnaklarından. Kanatıyor yağmurları ve gözlerine akıyor. Aradan geçen zaman gözlerini öldürmedi ya? Damlardı usulca yanaklarından paçalarına sevgilerin. Hâlâ yağmura küs müsün Isabel?

Böyle olmamalıydın sen. Böyle olmamalıydı tarumarın. Sarılmamalıydın uzaklara, yetmemeliydin haykırışlara.

Sızıntılarını yağmurlar doldururdu hep. Şimdi kimler sarıyor sorgularını? Yine gülsem sana, sevgiyle mi öfkelenirsin acaba bana?

Sus Isabel. Tüm yaşanmışlığınla, tüm alınmışlığınla, tüm yitirilmişliğinle sus. Dolu dolu sus.

Esmenle gürlemenle, korkunla öfkenle, duruluşlarınla kırılmışlığınla sus.

Dinleyiniz: Il Divo - Isabel  http://www.youtube.com/watch?v=9Y-xtZkY9Io

25 Eylül 2011 Pazar

Sevginin hüzün ütopyası

Sevgi bir antlaşma değildir. Bir giriş metni yahut bir kenar başlığı yoktur. Tarafların alacakları ve vereceklerinin mahiyetleri asla belirlenemez, bir garanti veya teminat söz konusu değildir.

Sanılanın aksine bir alışveriş değildir sevgi. Gerekirse sen tüm sevgini koyarsın ortaya, karşı taraf yalnızca seni ve sevgini izlemekle de yetinebilir. Belki senin kazanacağın hiçbir şey yoktur bu sahnede, belki çok şey vardır. Ancak oyunun asıl kuralı -belki de en heyecan verici kısmı- budur, 'asla bilemezsin'.

Çıkarlar yoktur sevgide. Kalıplar, miktarlar yoktur. Tüm kalbini hesapsız ve kitapsızca yeşil örtülü o kumar masasına koymak, kazanımları ve kayıpları düşünmeden yalnızca oynamak gerekir. Sevgine karşılık daha güçlü ve sınırsız bir sevgi kazanabilir, mükemmel bir güven aralığında kendini bulabilir ya da kocaman bir hayal kırıklığının yanında hayatının akışını değiştirecek pek çok psikolojik olaylar silsilesi de yaşayabilirsin. Kumar masasında bahisler yalnızca karşı tarafın olası eli üzerinden hareket ettirilir.

Korku ise tam da bu noktada başlar. 'Onun eli benimkinden iyi midir acaba?', 'Elinde ne kozlar var?' ya da şöyle diyelim 'Ya ben daha çok seviyorsam?'

Sevginin en büyük baş belasıdır korku. Kıskançlık formuna dönüşmesi an meselesidir pekala, şayet en başından varsa sevginin önünü kesecek en büyük engel bile olabilir. Sevgi daha yer kapamamışken kalplerde 'korku' kendisi ve arkadaşlarına büyükçe bir yer tutmuşsa sahiden o zaman sevgi salonun en gerilerine, belki de sahneyi en zor gören kısma oturmak zorunda kalır. O kadar geride oturur ki sahneyi göremez. Ve o anda sevginin kendisi bir sahne yaratıverir.

Sevgi sahnede olan biteni göremedikçe, korkunun silüetinin yansımalarını görür. Korku kafasını her çevirdikçe sahneyi başka bir açıdan hisseder. Sonrasında muhtemelen cesaretin birden işi çıkıverir ve salonu terk etmek zorunda kalır. Sevginin emin olamadığı her sözcük sahnede mi söylenmiştir yoksa yalnızca bir fısıltı mıdır, o asla emin olamaz. Eğer arkadaşları güven ve kararlılık da yoksa yanında, korku-kıskançlık-tutarsızlık üçlüsü sevgiyi dilediği yöne çekebilmekte belki de sahneden kovabilmektedir.

Bu açıdan gerçekler sahnesinin epey gerisinde kalanlar için ütopyalar hep güzel başlar ancak hüzünle son bulur. Hüzün öylesine yoğundur ki, tüm salonu sis bulutuyla doldurur. Kimlikler birbirine karışırken korku nefes alamaz, sevgi arkaya kaçmaya kalkışır ve tüm oyuncular hepcilleşiverir.

Kapıları açmak ve sisi içeriden kovmak mümkün değilse artık kış bastırabilir aniden. Tüm salona, tüm kalplere bastırıverir. 

Dinleyiniz: Vast - Winter in my heart  http://www.youtube.com/watch?v=KO9BMAbiOfc

11 Eylül 2011 Pazar

Bir güz kıyısında tapınağım

Bir güz kıyısında tapınağım
ve sarhoş bir sığınaktı sardığım.
Üç günlük özlemlere beş günlük sevgiler sıkıştırdığım
Bir ömür kaçtığım, bin ısrarla uyuttuğum.

Bir güz kıyısında tapınağım
ve her yağmurda ıslanırdı saçları.
Üç günlük deneyimlere beş günlük pişmanlıklar sığdırdığım
bir güz kaçtığım, bir ömür tutulduğum
kapılarını sıkıca kapatıp uykuya daldığım.

Bir güz kıyısında tapınağım
sessiz ormanlarında ıssız düşlerin ağladığı.
Üç günlük hayatımın beş günlük olmadığı,
daha almadan ilk nefesimi, son nefesimin çıktığı.

Bir güz kıyısında tapınağım
yerini benim bile bilmediğim.
Aramanın nafile,
tutulan kayıtların beyhude olduğu.

10 Eylül 2011 Cumartesi

Devam et tuşuna basabilirsiniz.

Öncelikle uzun zamandır (1 ayı geçkin sürede) yazamadığım için üzgünüm. Yaz aylarında bir üşengeçlik mi desem bir yazmaktan kaçınma halinde oluveriyor insan. Hakikaten kaçıyorum yazmaktan. Müzik klasörlerimi açmaya çekiniyorum, bazı şarkılar 'yasaklılar' listesinde. Ne oldurur ne öldürür vaziyette iseniz ve halet-i ruhiyeniz de stabil bir hâlde ise, tek cümle bile çık(a)maz ağzınızdan. Ertelenmiştir sanki sonraya, içinizde biriktirmektesinizdir her sözcüğü. Nasıl taşar ya da biriktirdiğim şişenin dibi delik mi bilmiyorum. Dahası şişe plastik miydi yoksa camdı da kırıldı mı onun da ayırdında değilim.

Belki ortada şişe bile yoktur.

Yok bu çok iyimser oldu değil mi? Bence de.

Yazı 'Sevgili Günlük' tadına ulaşmadan cümlelerimi kısaltmaya çalışayım. "Sadede gel Eylül" dediğinizi duyar gibiyim; evet sonbahar geldi klişe işte, yapraklar olsun havalar olsun bir hüzün akışında her şey efendim. Bu hüzün bana çok yapmacık geliyor işin aslı. Kendimi hüzünlenmek zorunda hissettiğim her durumdan nefret ediyorum, hüzünlensem bile aksiymiş gibi davranıyorum. O yüzden bu 'sahte hüzün telaşları' bittiğinde parkın eski sakinleriyle hüzün kadehlerimizi tokuştururuz diyorum. Neyse.

Yazacağım yani, yaşıyorum da. Sabırla okumaya devam etmeniz dileğiyle.

Mutlu Eylül'ler dilerim.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Sevgili Müneccim

Sevgili Müneccim,

Nasıl birisin, ne yer ne içersin bilmiyorum. Ya da seni farklı kılan şeyin ne olduğunu.
Nerede yaşadığını, neleri sevdiğini ya da neleri görünce yüzünü buruşturduğunu... Hiçbirini bilmiyorum.

Eskiden varlığına öylesine inanırdım ki. Anlatmayı sevmem zaten anlatırsam herkes bilirdi.
Hem herkes bilirse şayet seni farklı kılan ne olacaktı ki? Nasıl sen olduğunu anlayacaktım?
Senin reddettiğin şeylerin sahiliklerini ben sezinleyemezsem... Daha sen anlatmaya başlamadan ben konunun sonunu kavrayamazsam... Araya başkaca insanlar, başkaca ayrıntılar girmeden yalnızca seni anlayamazsam...
Ne anlamı kalacaktı ki, değil mi?

Bu sana elveda mektubum. Biraz geç oldu farkındayım ama inandığım şeyler uğruna çaba harcamayı severim. Kafam karıştı sanırım senin beni anlıyor olman gerekiyordu, neden anlatıyorsam. Biraz fazla gerçekçi kaçtı bu cümle ancak alışkanlıklardan çabuk vazgeçilmiyor.

Seni hiç tanımadım ben. Belki varsın belki hiç olmadın, bilmiyorum. Olmadığına inanmak istediğim bir sürecin sonunda olmadığına kanaat getirdikten sonra yazmaya karar verdim bu mektubu. Ani kararlara kurban gidebilecek biri değildin.

Ne oldu şimdi dersen, artık gelirken kapıya 3 kere tıklaman yetmeyecek. Ya da gözlerin tek çare olmayacak dertlere. Yani seni daha önce görmedim ama öyle olmalıydı. Hayal gücüm geniştir. Genişti.

Senin hakkında da bir şey yazmak isterdim elbette ama hayal gücümün kapılarının vidaları biraz paslanmış olmalı aklıma bir şey gelmiyor.
Düşünce gücü diyorlar, ah evet hatırladım. Her neyse.

Sana içimi dökecek değilim. Yalnızca seni beklemeyi bıraktığımı söylüyorum. Habersiz gitmeyi de severim ama bu sana vermiş olduğum değerin yalnızca ufak bir göstergesi. Göstergeleri de gösterileri de sevmem gerçi.

Mektubumu alırsın ya da almazsın, belki de hiç yoksundur ve ben adressiz bir yere beyhude çabalarla bu mektubu yazıyorumdur. Önemi yok bunların.

Yalnızca kendine iyi bak. Tüm olmuşluğun ya da tüm yokluğunla.

Edit: Bu bloğu açalı 1 yıl oldu bugün. Ve ben utanmadan yazmayı öğreniyorum artık yavaş yavaş. Bu yazıyı epey utanarak yazdım ama daha önceki yazılarımdan birinde belirttiğim gibi içselleştirmemek lazım hiçbir şeyi. Güzel günler dilerim.



28 Temmuz 2011 Perşembe

Düşler sokağı

Bir melodi, bir ses, bir koku yeterlidir o anı tekrar yaşamamız için. Bazen bir zaman parçası belki küçücük bir saniye kırıntısıdır aniden anımsayıverdiğimiz. Anımsamayı sever miyiz? Anı çekmecemizi karıştırmayı, en ufak bir parçasından bile deneyim karelerini toplamayı sevdiğimiz kadar severiz elbette. Hem zaman geçtikçe üzerlerinden daha anlaşılır oluverir, daha netleşir bazı kareler.

"İyi ki" deriz. İyi ki olmuş, iyi ki olmamış.

İyi ki var, iyi ki yok.

Keşkelerimizin ise çekmeceleri farklıdır. Hatta belki farklı odalarda bulunurlar. Ancak uzak olmaları "iyi ki"ler ile ilişkilerinin olmadığını göstermez. Yalnızca "o an" bir ayraçtır, ve iyi kiler ile keşkelerin odalarını bölmüştür.

Olmak ya da olmamak üzerine kafa yorarken olmuşluğumuzu yitirmemiz pek gülünç. Yaşam kaç saniye, kaç an, kaç nefestir ki zaten?

Yine de biraz geçmişe gitmek gerekir bazen, her şeyin başladığı zamanlara:
http://www.youtube.com/watch?v=OoDbXWoO0YQ

12 Temmuz 2011 Salı

Kelimeler sahnesi

Seçtiğimiz kelimeler kim olduğumuzun en güzel ifadeleridir. Ağzından çıkan her sözcük, ister düşünmüş ol ister düşünmemiş, senleşmişçesine rahatlıkla fırlıyorsa ağzından o sözcük artık sensindir. O sözcüğün, o tümcenin ardında durmak gerekir. Aksini inkar ise kendi özünü inkardır belki; senleşmiş bir şeyi, bir parçanı, içselleşmiş ancak yerinden fırlamış bir puzzle parçasını inkar etmektir.

Her sözcük, bulunduğu yerdeki her nüansı ve her anlamı ile düşünülse bile karşı tarafta yarattığı etki, karşı tarafın yapabildiği empati çerçevesinde anlaşılabilir. Sözcükleri tek bir anlama sığdırmak onlara yapılabilecek belki de en büyük haksızlıktır. Bir sözcüğü tek anlamıyla kavramak ve bu kavrayıştan emin olabilmek kadar bencilce ne olabilir? Ve sözcükler bütününü, tümceleri, tüm anlamdırılışları, tüm nüansları, tüm vurguları tüm imâ ve nükteleri ile algılayamamaktan korkmamak... Ve yine bu kadar flu bir kavramlar silsilesi üzerinden "kesin" net bir yargıya ulaşıp asla ulaştığımız kadar keskin olamayacak yeni tümcelerin doğuşuna sebep olmak...

Sahneyi flulaşmış, belirsizleştikçe daha da karışmaya mahkum yeni oyuncu tümcelere bırakıp bir yönetmen edasıyla "kestik!" diyebilmek ise gerçekten büyük bir empati yoksunluğunu gerektirir. Keskin yargıların yoksa şayet, hep flu, hep ortada, hep düşüncesiz(?!) olmaya mahkûm edilebilirsin. Düşüncesiz olmakla yargısız olmayı birbirine karıştıran bireylere düşünce karmaşasının içinden tek bir tümce çekemediğini, çeksen bile empati yoksunu zihinlerde uyanacağı görüntüyü düşündükçe tiksindiğini anlatmaz, onların adlandırması ile düşüncesiz olmayı tercih edersin.

Kendi sahnen kendi tümcelerin ve kendi karmaşan var ise şayet, başka karmaşalara gerek duymazsın. Kesin yargılar oluşturursun, kabul gören, genel-geçer ve her seviyede her düşüncede insanın kafasında aynı temayı oluşturan yargılar. Daha kendi kafandaki temayı algılayamamışken bu görüntüyü onlara anlatmak, düğümü çözmeye uğraşmak ve çözdükçe en güzel sözcükleri özenerek seçmeye çalışmak anlamsız gelir. Anlatmak istediklerin ile anlamlandırılan arasındaki müspet zararı da tazmin edemeyeceğini bilirsin. O yüzden anlamlandırılmaktan da vazgeçer, her geçen saniye kalıplaşırsın. Bu raddede ya kelimelerine yabancılaşırsın ya da kelimelerinleşirsin. Senleşir her kelime. Öylesine senleşir ki, ağzından çıkamazlar. Kıyamazsın. Onların her birine gereken değeri sen bile veremezken başkalarının şablonlarında acımasızca parçalanmalarına, başkalaşmalarına dayanamazsın. Kendi şablonlarını yaratır, kendi kalıplarını çıkarır ve onları sunarsın.

Şablonlara sığabilecek cümleler kurarsın. Onları kendi düşünce sahnenin yakınına yaklaştırmazsın. O karmaşıklıkta o yığında o belirsizlikte, keskinlikleriyle göz yormalarını istemezsin.

Kelimeler sahnen ve sen bilirsiniz yalnızca oyunun oynandığı salonun yerini. Oyun sahnelenirken ve sen salonun dışındayken gözlerini kamaştırsa da seçtiğin sözcüklerin keskinliği... Her tekrarlayışında canını acıtsa da kestiğin şablonların ebatlarının aynılığı...

Ağzından çıkanların senleşmediklerini bilirsin. Sen kesmesen başka kalıplarda başkaca şekillere bürünecek, belki bin parçaya bölünecektir o dokunmaya kıyamadığın sözcükler. İçselleştikçe, kelimelerin de keskinleşir. Gözlerin karanlıktan mahmurlaştıkça o keskinlik uyandırır seni. Keskinliği de seversin sonra. Kelimeler sahneni yalnızca sana bıraktığı için.

Giderek retorikleşirsin.

Yazıdaki yüz çelişkiyi bul.

Sevgilerimle.

3 Temmuz 2011 Pazar

Arrivals of the birds 2

Bembeyaz olduğunu düşün. Bulutları kıskandıracak kadar beyaz.

Ve kanatlarının olduğunu düşün, maviliği doyasıya kucaklayabileceğin. İçinde usulca süzülebileceğin.

Mavi olduğunu düşün.

Sonsuz maviliğin içinde kaybolabildiğini düşün.


Ve güneş sualsizce aydınlatırken tüm evreni

utanmadan, çekinmeden

hissederek ve tekleşerek

mavileştiğini düşün.

Güneş görevini tamamlayıp çekilip giderken

gözyaşlarının kızarttığı gökyüzüne sevgini akıttığını hisset.

Sevginle mavileştiğini

kucakladıkça derinleştiğini,

ve lacivertleştiğini

düşün.

Güneye uçmaya başlarken,

sıcak ve mevsime uyum sağlarken

hazır sürüye de ayak uydurmuşken;

kucaklayamadığın maviye bakarak son kez

-yaradılışına ve sürüne karşı gelircesine

"o" maviliğe tekrar dönebileceğine inanmayı düşlemek seni acıtan.

Tekrar bulutların beyazını kanatların sanmak

ve rüzgarın nefesinin sessiz bir fısıltı olmasına tutunmak

gelecek kışı umursamamak,

maviliğe sarılmak

belki sürüsüzlüğe katlanmak...

Ancak inanmıyorsan,

Kuzey kutup noktasına yakın olduğunun ayırdındaysan

lacivertin maviye döndüğünü görmeye yaşamının yetmeyeceğini

istesen de fizyolojinin buna asla izin vermeyeceğini

Biliyorsan

Ve her geciken gün için

ölüme daha da çok yaklaştığının

farkındaysan...

Sürü ve güney

tek çare oluverir bazen.

Sıcak ve kalabalık

bilindik ve alışıldık.



yine yeni yeniden: The Cinematic Orchestra - Arrivals Of The Birds http://www.youtube.com/watch?v=XTM7c12YIvE

11 Haziran 2011 Cumartesi

Bir gece masalı bölüm: 46

...

Bir defa da olsa...

....

O kadar üşümüş ki artık düşmek istemiş deniz kızı. Arkasına bakmak istememesine rağmen ufak bir tereddütle de olsa düşerken arkasına dönüp bakmış yine de. Arkasına baktığında ise acı gerçekle yüz yüze gelivermiş. Gece her zamankinden daha yalnız, soğuk her zamankinden daha geceymiş.

En az gece kadar uçurummuş düşüşü. Ve uzaklığı saçlarından süzülürken rüzgarın, bir kez daha gülümsemiş deniz kızı. Ayrımsadıklarıyla daha mutlu olacağını anlaması ile gözlerini yumduğu an rastlaşıvermiş. Yitirdiklerinin kazandırdıklarını kucaklamak istemezken koynunda buluvermiş.

Acılarını toplayıp suda sektirmiş. Acısı suda her sekişinde daha da neşelenmiş. Uykusu geldiğinde neşesini alıp dolaba asmış itinayla. Dolabı kırılınca ise havaya saçıvermiş. Havada uçuşan her bir toz tanesi burnuna ve gözlerine kaçıvermiş deniz kızının, ancak bir yutkunmayla son bulmuş.

Ve işte gecelerin gecesi en az tenha dalgalar kadar kıvrakken; tüm kurtlar, kuşlar ve canlılar susuvermiş.

Gece her zamankinden daha sessiz, sessizlik her zamankinden daha sevgiymiş.

Dinleyiniz:  Shigeru Umebayashi - Polonaise
http://www.youtube.com/watch?v=6z-JHs1x80Y

15 Mayıs 2011 Pazar

Adını sen koy.

Adlandırmak kadar iç rahatlatan bir durum yok. Aslında içinde inceden bir paradoks oluştursa da bu "adlandırma sapkınlığı" insanoğlunun genetiğine itinayla yerleştirilmiş gibi. İsim koyduktan sonraki süreçte o ismin altına ve arkasına yerleştirilen onca anlam, o ismin yarattığı tüm çağrışım ve beklentiler daha isim konulmadan önce şekillenmeye başlar zihinlerimizde. İsim yoktur, konulmamıştır daha ya da oturmamıştır legonun ayakları diğer parçaya ve zihnimizin bir yanı yanı diğer yanını bu konuyu daha da araştırmaya sevk eder. Uygunluk karinesi dediğimiz olguda stabil kalıplarımıza ya da inşaatımızın temelini oluşturan demirleri kapatabilecek çimento kalitesini ararız ısrarla. O çimentoyu kendimizin imal edebildiğini görmek önce şaşırtır, sonra korkutur elbet. Beton yapmayı bilmek bir yana, çimento için gerekli malzemelerin tamlığından ve elzem koşullardan asla emin olamayız. "Kendim yaptım" mantalitesi içinde hem özeni hem de eksiklik hissiyatını yanında getirir çünkü.

Ne diyordum? Ah evet, adlandırma.

Adlandırana kadarki süreçte "daha uygun bir isim" bulabilmekten başka bir kaygı oluşmasa da, asıl problem adlandırdıktan sonra ortaya çıkar. Hem ölesiye korktuğumuz hem de garip bir merakla peşinden gittiğimiz belirsizliğe bir son verilmiş, elle tutabilmek için bir somutlaştırma sürecinin sonuna gelinmiştir zira. Somutlaştırmayı da severiz, elle tutabiliyoruzdur, dokunup hissedebiliyoruzdur ve artık en vahim tehlike yahut en göz karartıcı mutluluk sahnesi bile bir "alt-üst aralığı" çizgisinde seyreder. Limit gibi yani, belirli aralıkları var. Ama belirsizlik, x sonsuza gider gibi. Ya da eksi sonsuz. Belki de 0 gibi. 0 bir sayı mıdır? Neyse konumuz o değil.

Eksi sonsuz ile sonsuz arasında kayıp gitmeye engel olmaktır adlandırmak. Alt limitini ve üst limitini belirlemektir. Sınırlarını bilebilmek, en iyisine de en kötüsüne de hazır olabilmektir. Olasılık konusuna çalışmadan geçme isteğidir.

Adlandırmadan sonraki aşama ise limitimizi türevinin alınabileceği bir grafiğe oturtma çabasıdır içimizde. Evet limitler belirlidir ama her x=y değeri için bir formül, bir genel geçerlik de olmalıdır daha rahat hissetmemiz için. Eğrinin nasıl azalıp artan olduğunu, tepe noktasını bilme isteği içimizde baş göstermeye başlar. Yetinmeyiz, eğrinin şeklini zihnimizde şablonlaştırırız hatta abartıp ezberleriz o eğriyi ve bundan sonra her gelecek x değeri için gidilecek y'yi elimizle koymuş gibi grafikte buluruz. Ya da öyle olacağını sanırız. Buna da alışkanlık deriz.

Alışkanlıklarımızdan hem nefret ederiz, hem ölesiye bağlanırız. Alışkanlıklarımız içimizdeki bilme hissinin verdiği güvenin arkasına sığınırlar hep ve her gitme tehdidinde ince bir sızı eşliğinde korku salıverirler bedenlerimize. Alışkanlıklar adlandırma dediğimiz gidişatın sonucudur yani bir nebze.

Yazıma devam etmek, bir sonuca bağlamak isterdim elbette ancak bu şu anda benim için mümkün görünmüyor. Yani şöyle izah edeyim, eğer bir inşaatınız varsa ve sağlam olduğundan eminseniz çimento dökebilirsiniz. Onun haricinde çimento hazırlamakla vakit kaybetmek gereksizdir.

Yazımı bitirmeden önce adlandırma içgüdüsünün bir ileriki aşaması olan kategorizasyonun ise salt içselliğe dayanmadığımı belirtmem gerek. Ama konumuz adlandırma. Kategorizasyon yapmaktan hoşlandığımızı nereye kadar inkar edip onu "yafta vurmak" ile suçlayacağız merak ediyorum. Kategorizasyonu da seviyoruz yani, evet.

Her neyse, mutlu adlandırmalar. Sonucun yanlış olmasına değil, formülü yanlış yazdığınızı fark edip ona odaklanabilmeniz dileğiyle.

3 Nisan 2011 Pazar

Gözlemsel nüanslar.

Hep "o" istediğimiz. O kişi. O kare. O an.

Ulaşınca "bu muydu?" dediğimiz. Emin olamadığımız. Parmaklarımızın arasından akıp giderken tırnaklarımızın aralarına girip her tutmaya çalıştığımız şeye iz bırakan. "O", değil mi?
Bu sabah emindin oysa. İçinde tutamamış, çevrendekilerin onayına ihtiyaç duyan kulaklarını bir kez daha egolarına bağlamıştın.

Ne oldu?
Ne değişti?

Kulaklarını kalbine bağlasan?
Beynini duymamazlıktan gelebilir mi kalbin?
Sahi, "kalp" denen şeyin varlığına inanıyor muydun, sormayı unuttum.

Ellerimizde fotoğraf kareleri, daha kurumamış renkleri. Ve tırnaklarımızdaki izler fotoğrafların üzerinde gezinen.
Sahici renkleri yok resminin, palet kullanmadan resim mi olurmuş? Renkleri karıştırarak tuvale dokunmak, sonra heyecanının kolonya gibi uçup genzini yakması. Ve dayanamayıp boyaya ellerini daldırman.

Ellerin kirli artık, su akamaz üzerinden. Geçse de melodisi sesinden, gözlerin seslenir tuvale.
Ve arınmaz artık suçların uğraşma, yeniden dönmez geriye.
Genzin yandı diye ağlamak zorunda mısın? Beynin mi hıçkırdı yoksa? Hiç olur mu öyle şey?

Next station is... Düğmeye basmayı unutma, ineceğin durak burası.
Hep buraya gelmeyi bekledin. Bunun için ittin insanları, bunun için bekledin onca sırayı. Kalabalığın sesinden onca rahatsız olup, hep bu yüzden kalabalığın içine katıldın.

Ne o? Yoksa inmeyecek misin?
Sanırım inmek istediğin durağı geçmiş olmalısın.
Geçmiş olsun.

24 Mart 2011 Perşembe

Next station is.

Yaşanılan anı kıymetlendirip farkındalığını damağımızda gezdirmenin yaratacağı ütopik hazdan bahsedip duruyoruz sürekli. Sonra birdenbire büyük bir boşluk, sonsuz bir hissiyat dolanıveriyor zihnimize. Öyle bir gemici düğümü ki dolaştıkça dolaşıyor bedenimize, sarıyor her yerimizi, en sarsıcı boğulmaların provasını yaptırıyor her gece.

Saat 01:00.

Sonraki durak: "neden?".

Çok uğrak bir misafirse şayet kapının önünde bekleyen yolcu , daha kapıyı çalmadan içeri alıveriyoruz. Ya da o kadar benimsiyoruz ki -gel yabancılık çekme, kendi evin gibi davran- kovmaya bile gerek kalmadan bir bakışımız yetiyor ortadan kaybolabilmesine. O kadar alışıyoruz ki varlığına, yokluğu bir suçsuz ceza kadar iç burkuyor en az.

"Ne seninle oluyor ne de sensiz."

Saat 02:00.

O geceye değil de, dağılan sis bulutunun üzerinden "gecelerimize" bakabiliyoruz artık. Geceler ki hem birbirinin aynısı; hem her biri ayrı bir eziyet, ayrı bir huzur, belki bir gökkuşağı ya da sürülen cefasız bir sefa...

Gecelerimiz nereye kadar suskun kalacak?
Anlatmaya çalışsak...
Ne anlatılabilir ki?
Kalemimin ucu kırık.

Saat 03:00.

Yargıların gereksizliğinden yola çıkan trenin duracağı bir istasyon yok görünürde. Belki evde unutulmuş bir dürbün eksik "ada göründü!" nidası atmak için, belki de çok eskilerden ve derinden gelen "o" uğultulu ses fazla.

Saat 04:00.

2 kere 2 neden 4 etmiyor?

4 neyi değiştirecekti? 1 eksik, 1 fazla.

Kelimelerim susuyor. Anlamlarını yitirdi.

Kelimelerim kelimeliklerini unutalı çok oldu.

Oldu da.

Olanla ölene çare yok derler.

Öyle mi?

Dinleyiniz: Radiohead - All i need. http://www.youtube.com/watch?v=iY4APDrl66s&feature=related

5 Şubat 2011 Cumartesi

İz çöplüğü.

Uzun, geniş bir garın ortasında sağa sola çarpmadan, duraksamadan yürümeye çalışan yaşlı bir adam. Tozlu düşüncelerinden geriye tırnaklarının arasındaki kirler kalmış yalnızca. Tutmaya çalıştığı ancak tutamadıklarından yadigar.

Şekil alabilmeyi becerememiş bir bulut gibi zihni. Suçlulukları, ağzının orta yerinde her an haykırabileceği konumdalar. Ansızın unutursa diye çıkarmıyor yapma dişlerini geceleri ağzından. Ama yine de dişlerini koyduğu sanılan o su bardağından aynı tiksintiyle vazgeçilmeye devam ediliyor. Sırtındaki ağırlık kamburundan mı pek ayırdında değil; ancak sevimsiz bir sokak köpeğini korkutmak için bastonunu kaldırdığında ayrımsıyor varlığını.

Serin bir bahar akşamı iliklerine işlerken kalbinde hafif bir karayel esiyor yaşlı adamın. İsmi neydi? İsmini düşündü. Neydi sahiden?

Tam 21 yaşındaydı. Ve gözleri...
Neydi?

Sesini anımsamaya çalıştı ve kulaklarında çınlayan sese odaklandı. Gelen, yalnızca trenin sağır edici uğultusundan ibaretti.
Neydi? Bir şiir yazmıştı adına. Ah, neydi? Unutmuş olamazdı. Şiir dün gibi aklındaydı oysa.

Ellerini hatırlıyordu. Tam bankın kenarında duruyorlardı gitmeden önce. Trene binmeden önce tek baktığı yeriydi. Gözlerinde gider, gözleri zihnine kazınır ve başka penceresi olamaz sonrasında diye ellerine bakmıştı. Hem ellerini de alıp gittiğinde, gittiğini boşta kalan ellerinden anlayabilirdi. Yine bencildi.

Baksaydı, kızın gözlerinden süzülen yaşları görebilirdi belki. Daha sonra mektubunda yazdığı "kendine iyi bak" tümcesinin ıslaklığını da gözleri değil parmakları hissetmişti zira. Gözleriyle değil, yine elleriyle hissetmişti.

Ah, neydi ismi. Saçlarını anımsadı. En az ayrıldıkları gece kadar kara saçları beline sarılırdı. Sırf o yüzden bile saçlarını çok kıskanırdı. Giderken örgülü saçlarını tutan tokasını çıkarıp bileğine takmıştı adamın. Toka iz yapmıştı bileğine, eve gidince fark etmişti adam. İz geçince tokayı da çöpe atmıştı.

Bir düş kadar uzak bir bank kadar yakındı geçmişi. Yanında oturuyordu ya işte şimdi. Elleri yine telaşını belli ediyordu her zamanki gibi. Hiç gitmemişti ki.

Hep 21 yaşındaydı ki.

Toka çöpteydi. Ama izi gitmemişti ki.

Dinleyiniz:  David Nevue - Overcome
 http://www.youtube.com/watch?v=YQsOO-wAgRI

4 Şubat 2011 Cuma

Git.

*İlham veren sevgili Büşra'ya çok teşekkür ederim.

Seçimlerimizdir aslında bizi "biz" yapan. Yapabilirsin, yapabileceğinin farkındasındır ancak yapmazsın. Öyle gerekir çünkü. Öyle şartlamışsındır kendini.

Yapmadığın zamanın arkasında durup cesurca her sonucuna katlanmayı göze almaktır yapmamak. Yapabilecekken, mümkünken gayet ve her şey hazırken sen yapmamayı seçersin. Cılız bir gurur, bahar meltemi gibi bir bencillik dolaşır teninde. Kendimize güvenle dolar içimiz ve irademizin gücüne bir kez daha hayranlıkla bakakalırız. Çekilecek acılar, ödenecek bedeller yahut mahrum kalınan zevkler zihnimizden bir film karesiymişçesine geçmeden önce sabır kuponları en başta yatırılır bu bahiste.

İşin aslı öyle midir? Öyle olmasını isteriz yalnızca.

Kabullenmektir yapmamak. Her ıstırabı, her üzüntüyü, her nedeni, her sonucu kabullenmektir. Kendini test etmektir bir nevi, gücünü ve dayanıklılığını, kendine bağlılığını ölçmektir. İnanmaktır kendine. Hatta egoistleşmektir yeri geldiğinde.

Seçimlerimizdir karakterimizi oluşturan. Dayanamayacağını bilirsin ama o gider. Dayanamamanın onun gidişini durdurup durdurmayacağını bilemezsin. Yakıştıramazsın, oturtamazsın üzerine bir türlü "dayanamam" demeyi. Kendine dayanırsın o yüzden. Güçlüsündür sen, daha önce çok dayanmışsındır ya gidişlere. Kendine dayanırsın yine.

Daha çok kök salarsın bu şekilde toprağa, her gidiş daha çok güçlendirir seni daha az acırsın hep. Öyle olacağını sanırsın. Hatta garip bir haz bile duyarsın bundan. Gidişler hep en çok seni etkilemiştir ya, intikamını böyle alırsın. Gitmezsin, gidemezsin çünkü toprağın derinliklerindedir köklerin.

Git dersin. O gitsin istersin. Çünkü senin yuvandır burası, gitmelere değil kalmalara alışmışsındır. Köklerin daha bağlıdır artık toprağa, hiçbir heyelan hiçbir deprem etkilemeyecektir ya seni. Sel bassa en fazla ne kadar aşınırdı ki köklerin? Aşınırdı ya işte, her gidişte biraz daha bağlanırdı toprağa biraz daha derine giderdi belki ama aşınırdı yine.

Git dersin. Gitsin istersin. Yine diğerleri gibi olsun, daha güçlen iyice bağlan toprağa daha bir benimse iliklerinde...
Git dersin. Gidecektir nasılsa. Daha önce gitmemişler miydi?
Git dersin. İlkinde olmasa da gidecektir, bilirsin. Nasılsa anlamamıştır seni, güvendiğini inandığını her şeye rağmen sevdiğini görememiştir yine.
Git dersin. Neden hâlâ gitmemişti ki? Yalnızca biraz daha sabırlı olmalıydı.
Git dersin. Bir an önce gitmeli. İstersin, çok istersin gitmesini. Hayallerin, inançların daha fazla büyümeden, küçücüklerken hazır, gerçekçi tırnaklarını geçirebiliyorken henüz üzerlerine...
Git dersin. Gitsin istersin. Elinden geleni yaparsın gitsin diye. Gidecektir nasılsa.
Git dersin. Gitmesini her şeyden çok istersin. "Gitme!" diyemeyeceğinin farkındalığı çöker üzerine. Her geçen an daha büyük bir mutsuzluk çöreklenir yüreğine.

Git dersin.


Git.


Dinleyiniz: http://www.youtube.com/watch?v=r-1tRxd-uMI

1 Şubat 2011 Salı

Seni hiç sessiz bıraktılar mı?

Sorgusuz sualsiz nicedir susuşların. Seni hiç sessiz bıraktılar mı?

Çaldılar mı umutlarını, aldılar mı yarınlarını? Söyle lütfen. Yoksa farkındalığını unutalı çok mu olmuştu?

Düşlerinin üzerine yumurta kırıp omlet yaptılar mı? Çevirdiler mi seni de kızgın tavada önlü arkalı?

Söylediklerin söylemediklerin oluverdi mi hiç? İnfazsız yargı derken ecelli temyizi yaşadın mı?

Kaçışlarını, unutuşlarını, uyutuluşlarını... İzlediler mi? Yetinmekle mi kalmışlardı yoksa?

Tanımadıklarının verdiği şekeri yeme sakın diye tembihlerken çikolatayı siyanüre banıp da mı verdiler? Ya da "aman oku yavrum" derken çekip aldılar mı sorgulayışlarını elinden? Her cevapsız çağrıda umursamazlığına sitem edip kendini bulamayınca sustular mı?

İşlediler mi ilmek ilmek esinlerini, her kurgunu arşınlayıp sonu bitmiş ortası yek bir romanı tutuşturdular mı eline? Sonu belli romanın karakteri yok yalnızca, "romanın o bölümünü de sen dolduracaksın, senin misyonun bu işte hayatta".

Roman yazmaya çalışırken aslında şiir yazmak istediğini fark ettin mi hiç? Ya da bu konuda yeteneksiz olduğunu kabul edip köşene çekilince alabildin mi eline başka bir yazarın denemesini? İlham meleklerinin vefasızlığına sitem edip bıraktın mı yoksa kitabını kitaplığının ücra bir yanına? Şöyle sorayım, aslında kitaplıkta yer işgal etmekten başka bir işe yaradı mı o yarım kalan kitap?

Her bölümde katlanarak artması gerekirken heyecanın ve sen ucuz bir aşk romanı okuduğun sanrısını taşırken -sonu belli ya olsa olsa aşk romanı olmalı okuduğun- okuduğunun aslında gerilim romanı olduğunun ayırdına vardın mı peki? Hem de bol çekişmeli, pek stresli hep sesli bir gerilim.

Romanın bölümlerinin karıştığını ortasından çıkaranlar zeki addederlerken kendilerini sen filmin sonunda perdeye bakakalan seyirci oldun mu?

Filmin sonunu anlamayınca yanındakine sormaktan çekinip kafasını günlerce "o" sonla meşgul edenlerden miydin yoksa? Ya da olsa olsa anlamayışlarını niteliksiz addettiği yönetmene mal edip, onu bel altı vurmakla suçlayanlardan olmalısın.

Biri tutup açsa romanımızı ve ortasından rastgele bir soru sorsa, onu ilgisizlikle öteleyeceğimiz günler uzak değil. Elimizden alınan sorgulardan mahrum bir biz varız ya. Bir biz anlaşılamadık, bir biz sonuçsuz bırakıldık zaten.

Sonucu bulunmuş problemlerin gidiş yolunu hiç merak etmedik ki. Ezberci zihniyete veriştirip anlamaya çalışmaktansa ezberi yeğledik hep. Zira verileni alıp isteneni tanımazdan gelmek en vazgeçilmez ritüelimiz oluvermemiş miydi. İstenen kimdir, nedir ne yer ne içer... Verilenle aralarındaki ilişki neden bizi ilgilendirsin ki ama, doğru. Gereksiz.

Bilmiyorum.

Anlamıyorum.

Dahası artık anlamak istemiyorum.

25 Ocak 2011 Salı

Şarap ve Menekşe

Dik bir yokuşun yuvarlanışları, bulutlu bir semanın arasından süzülen sızıyı andırırken
Siyah bir ilgi, devinimsiz bir sorgu oluverir bazen.
Sıcak şarabın kadehten süzülmesi gibi
Damlaması usul usul akça örtüye
Ve seyrelmesi damağında tarçının
Tortullaşması, sinmesi dişlerine.

Sen hiç sırça bir kin gördün mü
Ya da ödenmemiş bir öfke?
Dingin bir öngörü kadar suskun olur her biri.
Bilirsin.
Ya da bilmezsin, bilinmez.

Bir sarmaşığın duvara yerleşmesi yavaşlığında
Ve bir ceylanın suda aslanın yansımasını görmesi şeffaflığında
Tuz kokan bir mahalde salınan bir tavşan kararsızlığında
Kızgın kumların çekincesini kadehten süzülen şarabı dudaklarında gezdirmesinde bulduğu gibi.
Sezgisel sanrıları ciğerlerinden boşalttığında
Fısıltılar ful yapraklarını rüzgara kattığında
son bulacakmış
gibi.

Beyhude baharların sisli güneşinde açan bir gelincik
Denizi hiç görmemesine rağmen onunla rekabet edebileceğini sanan bir menekşe
gibi
En az onun kadar bi çare
ve eşsiz.

22 Ocak 2011 Cumartesi

Bin dokuz yüz seksen birdeyiz.

"her şey o kadar dokunaklı ki
Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem
üstelik yalnızsam bir de -telefonda kuş sesleri-
aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar."



Edip Cansever

16 Ocak 2011 Pazar

İklimsel korkaklık.

Uzak çok uzak bir iklimde
Uzun pek uzun yollar yaşardı
Sıcak çok sıcak bir sezişte
Islak pek ıslak aşklar harcanırdı.
Yeni çok yeni bir bahar melteminde
Yavaş pek yavaş sızılar salınırdı.
Ayrı çok ayrı bir serzenişte
Hafif pek hafif aldanışlar arınırdı.
Eksik çok eksik bir köşede
Korkak pek korkak aryalar uğuldardı.

Güçlü çok güçlü bir kıvranışta
Durgun pek durgun saniyeler susardı
Farklı çok farklı bir aldanışta
Sessiz pek sessiz düşüşler arzulanırdı.
Eski çok eski bir akşamda
Hızlı pek hızlı yanılmalar yankılanırdı.

Dinleyiniz: Yann Tiersen - Summer 78
http://www.youtube.com/watch?v=nfwWKCRth_A

2 Ocak 2011 Pazar

Tanısız düşler.

Düş kırıklıklarıyla olasılıklı mutluluklarının permütasyonunu hesaplarken geçen zamanına üzülmek, ihmalli heyecanlarını ipotek altına almak olmalıydı olsa olsa.

Dünya duruyor. Şarkılar dönüyor.

Yavaş ve usulca, aşikâr ancak sakar bir tavrı üzerinden düşürüp eğilmek kadar bezdirici belki.

Dünya duruyor. Şarkılar hızlanıyor.

Suçu bir mum ateşi kadar el yakan tek sanrı tek acı, yaklaştıkça acıtan.

İçten dışa dayanımsız dargınlıkları daldırmak dalgınlıklara.
Dıştan içe sarmalamak devinimleri ve erinimleri.
Sonrasız sanrıları sarsmak saygısızca ancak salıvermek kaygısızca. Sahici mi? Sanmıyorum.

Derya gibi bir devaydı solunda taşıdığı. Cebi delik sandı, arkasına baktı. Gökte çok aramıştı , zira cebindekiler yerde olmalıydı.Yere saçılmış, yelle açılmış olmalıydı.
Hayır tam da boğazının orta yerinde oturuyordu. Saklanmış olmalıydı bir an için; ancak nasıl da...

Bir an için gitti sanmıştı.
Bıraktı, kaçtı...
Düştü, kırıldı...
Durmadı, gitti...
Sanmıştı.

Gidince mutlu olacağını ummuştu hep, cebinden onla birlikte tüm hayal kırıklıkları da saçılır her yere ve o da fark etmez sanmıştı. Ancak olsa olsa mutluluğunu almış olmalıydı giderken. Yalnız mutluluğunu değil, mutsuzluğunu da... Hislerini de götürmüş olmalıydı.

Şimdi dimdik sarılı bir diz
Bantsız ama kapalı bir iz
Sarı, sapsarı bir his...
Kaldı geriye.

Tercihsiz düşlerini düşünlerinden düşürmek için ümitsizce itti imtiyazlarını.
Terminolojiden çekip aldı timsallerini.
Temizledi ilmek ilmek esinlerini
Ve aslında tanımadığı tanıdık eşgalleri.
Attı kafasından telkinleri.
Ve tekli sesleri...
Tanısız düşleri...
Sayısız geçişleri...
Sonrasız seçişleri.