26 Kasım 2010 Cuma

Renkli oda.

Beyni şişmişti uğultudan. Yan odaya geçmek istedi duraksızca.
Peksiz gözü pek olana dek pekleşecekti bu odada.
Kapattı kapıyı. Sindirilmiş karanlık koktu aniden. Ya da aydınlık buydu sahiden.

Yere çöktü sessizce. Bir şeyler eskisi gibi olmayacaktı odanın yanında. Ya da odanın esnasında.
Kestirememişliğinin kesmesiyle kesti kesemediği kesintilerini.

Renklerin paletlerini alıp ayağına giymek istedi. Yüzebilecek deniz olmadığını fark edince paletle yürümeyi seçti.

Kapıya kilitlendi yeniden. Kilitlenmemiş kapıyı kilitlemeye kilitlendi.
Neden orada olduğunu unutmuştu.
Dizlerine koydu başını. Dizlerini izlediği pembe dizilere benzetti sarılıp ağlayabileceği.

Duvarın sahiplendiği soğukluğu hissetti. Paylaştıkları soğukluğun ona dayandığı çukurluktan büyük olduğunu ayrımsadı.
Dayanmak istemedi duvara. Dayanamadı.

O odada, ışıkta
Odasız karanlıkta
Aydınlık dayanıklıkta
Olmak istedi.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Ladesli sesler.

Piyanomun başındayım şimdi. Çok tozlanmış , epey de kararmış beyaz tuşları görmeyeli. Oturuyorum başına , çok yabancılaşmış belli ki bana ama yine de ses etmiyor ona dokunmama. Tozlarını silmek için izin istiyorum önce , ses etmiyor hâlâ , deniyorum silmeyi ama geçmiyor benimsenmiş sarılıklar.

"Sen yaptın bunları." diyor sanki bana. Dememesi daha acı aslında.

Elime hafif nemli bir bez alıp silmek , onu bencilleşerek incitmeden kahverengi lekeleri sarıya sarıları dokunuşlarımın rengine çevirmek istiyorum. Bastırıyorum diyez'lere bemol'lere , bastırıyorum do'lara re'lere ve yitirmiyorum umudumu asla tepkisel kalıcı kirlenmişliğine.

Siyah tuşlardan yardım diliyorum bu sefer ; asla tozlanmaz asla kirlenmez onlar bilirim çünkü hep siyahtırlar , hep yarım vuruş eksik hep yarım vuruş fazladırlar.

"Beyazların arasında siz varsınız aramızdasınız , aramızı bulun lütfen!" diyorum. "Onlarsız yapamam." 

Boyun büküyor bana içlerinden biri , "Ancak re'nin bemolü do'nun diyezi olabilirim ben , do olamam asla." diyor.

Tuşların arasına giren tozlar var elimin ulaşamadığı , tırnaklarımın ucunu tuşlarım acımasın diye geçiremediğim. Tozlar ki , piyanomu piyano yapan o tozlar piyanomun addettiği. Eğiliyorum ve üflüyorum tozları defalarca ; gözlerime , burnuma kaçacağını ve alerjimi azdıracağını bilerek.

 "Bırak artık." diyor. Bırak.

Gözyaşlarım dökülüyor tuşların üzerine alerjiden mi sebebini asla bilemeyeceğim. Sarıların beyaza döndüğünü , kemiklenmiş tozların tuşların arasından inceden içeri aktığını hissediyorum. Daha derine , asla ulaşamayacağım asla dokunamayacağım yerlere uçuyor tozlar. Parlaklaşmış tuşlar burukça beyazlarken bana gülümsüyorlar artık. Ama ben onu tanıyorum , üflediğim tozlar ve kahverengilikler kadar eminim eskisi gibi olamayacağından.

Konuşmaya başlıyoruz sonra onunla. Sol elim tekdüze bir düzenle akor basarken sağ elim heyecanlı ve titrek melodiye kaptırıyor kendisini. Do diyeze geliyorum , sorgularcasına dokunuyorum ve burukça bir zorundalığın verdiği neşeyle titrek bir yarım vuruş çıkarıyor. Farkediyorum ; ama parçaya baştan başlamamak için devam ediyorum çalmaya.

"Eskiden baştan başlardın." 


Do'ya geliyorum sonra. Çıkmıyor ses. Duruyorum ve tekrarlıyorum bir tam vuruşu. Tuş yine sesini çıkarmıyor.

Sol elim duruyor. Akor basmam duruyor. Melodi duruyor.

"Unuttun beni." diyor.


Parçayı değil beni unuttun.

"Unutmadım." demiyorum. Sen benim bir parçamsın ; sonsuza dek sussan da , akorun bozulsa da ,  kırılsan da , yok olsan da , yansan da... Sen benim bir parçamsın.

Demiyorum.

O benim piyanom. Birbirimize hayat vermiştik biz. 2 senedir dokunmuyorum ona , evet ama...

Ona sitem etmiyorum. "Nasıl bilmezsin!" demiyorum. Hissetmiyor artık belli ki beni. Öylesine gözleri dönmüş , unutulmuşluğun onu ittiği çukur öylesine klostrofobisini azdırmış ki. Gözleri öyle kararmış , tozları öylesine yutmuş ki perdeyi açmıyor bile.
Çekiyorum üzerindeki örtüyü yavaşça her şeye rağmen , daha fazla tozlanmasın diye. Sonra izliyorum onu sessizce ; kaldırdığım kapağın üzerine örttüğüm örtünün arkasından beni görmeyeceği bilircesine.

Onu...

Tozları , kayboluşları , buluşları , sus'ları...

Parmaklarımı , ilhamlarımı , suçluluklarımı , mutluluklarımı...

Sevgileri , eskileri , sesleri , minörleri...

Bile bile ladesleri...

İzliyorum.

18 Kasım 2010 Perşembe

Arrival of the birds.

Bir ada düşlüyorum. Bir ada ki dokunulmamış , doğallığının yeşilinde ve içinde tükenebilen hiçbir şey yok. Hiçbir çıkarı , hiçbir çıkarımı , hiçbir neon rengi bünyesinde barındırmayan bir ada.

Bir ada düşlüyorum ben, içinde yalnızca iki kişi olan. Mutluluğun özünü ağaçlardan toplayıp denize atan iki kişi. Sağanak yağmurun altında durmaktan aldığı hazzı kumlarda koşarken olgunlaştıran.. Güneşin üzerindeki toprağın kokusunu buharlaştırmasına izin vermeyen...

Bir ada düşlüyorum ben, yalnızca "biz" olabildiğimiz her şeyi geride bırakabildiğimiz ve tropikalliğin abartısını hiçbir renginde barındırmayan... Masmavi ve durgun , altın ve parıltılı kumlara değil yalnızca uçurumlara da , dalgalara da  kayalıklara da sahip "gerçek" bir ada. Benlik takıntılarının ortadan kalktığı, dayatmaların muson yağmurlarıyla aktığı ve kirin yalnızca toprağın tenimizle buluşmasından kaynaklandığı.. Yağmurla, denizle, dalgalarla yıkanmış.. Yeşille , maviyle , bulutlarla , uçurumlarla bütünleşmiş.. Bir ada.

O adayı düşlemek istemiyorum. O adanın olmadığını biliyorum.

Cebimde nereden geldiğini bilmediğim yahut farkında olmadan gizlice getirdiğim bir kibrit kutusu var. İçinden çıkardığım kibriti her çakışımda , yağmurun yağması için delicesine dua ettiğim... Uçurumun kenarında durup o kibrit kutusunu dalgaların yuttuğunu hayal ettiğim.. Elime alıp atmakla atmamak arasında sallanırken her an düşmekten son anda kurtulduğum... Her an ayağımın tökezleyebileceği.. Her an ayağımı tökezletebilecek... Bir kibrit kutusu.

O adayı yok edememekten korkuyorum. O adada olamayacağımı, o adaya ait olamayacağımı bilerek yaşamaktan... Gidememekten... Dönememekten... Boğulmaktan.

O adanın sular altında kalmasından korkuyorum. Yahut elimde kalan tek kibrit parçasını kullanamamaktan. Yağmurdan.

O adadan...

Dalgalardan.

http://fizy.com/#s/1m860q

17 Kasım 2010 Çarşamba

Kız kulesi.

Bir martının kanat çırpışı kadar yaşama isteğimiz var aslında, en güçlü geçinenimiz bile bir noktadan sonra kendisini rüzgarın kollarına bırakıyor. Hayat bu mudur aslen yoksa biz mi gücümüzün tamamını tüketmek istemeyiz?

Hep bir yastık altı sabrı bırakır mıyız kendimize? Aptallık mı sayarız gücümüzü sonuna kadar tüketmeyi?

Bir martı ki kuvvetli bacaklarıyla zarif bedenini tek bir hamlede yer çekimine karşı üstün kılıyor. Bir martı ki karşı geldiği şey onu güçlendiriyor; ancak yerle buluştukça yorgun bedeni dinlenebiliyor. Olmak istediği yer gökyüzü belki ama sonsuza dek orada olamayacağının derin hüznünü kabullenmiş sanki doğuştan.

Durmalı , dinlenmeli ve nefes almalı eğer gökyüzüne karışmak, aidiyetini içinde hissetmek istiyorsa. Sonra karşı gelebilir yeryüzüne, usulca süzülebilir bulutların arasından ve razı gelebilir soğuk rüzgarlara. Gökyüzünde iken kanat çırpmayı bırakıp soğuk rüzgara kendini koyvermek onun için ayrı bir çıkmaz yaşadığı derin hazzın arasında.

Her şeye rağmen güneş de varsa , kız kulesinin üzerinde uçan martı kadar mutlusu var mıdır?

11 Kasım 2010 Perşembe

Olsun.

Sadece sevmek bu kadar zor olmamalı. Bu kadar yanlış olmamalı , doğru hiç...  Bu kadar temiz... kirli..
Olmamalı.
Olmamalı? - (-meli/malı) + (-se/sa) =
Olmasa.
Olmasın.
Olmayayım.
Olmayalım.
Olalım.
Olsun.

4 Kasım 2010 Perşembe

İstanbul'u sevmek.

İstanbul'u yazmak , bir kadını yazmak mıdır? Yoksa yorgun kollarıyla düşmeme çabasında olan olgun ve içi geçmeye yüz tutmuş bir meyveyi mi hayal etmektir? Bırak okumayı , sayfalarını çevirmek için bile gereksiz uzun bir kitap ya da bir kelimelik yaşam yeri geldiğinde. Çoğulcu bir anlayışsızlık yahut kör bir egoizm bakmasını bilene. Kollarımın kaldırma gücünü iyiden iyiye zorlayan bir kitabın sayfalarını çevirirken esen ince toz bulutunda saklı benim ümitsiz huzurum. Kendileştirmeden baktığım her sayfa numarasındaki parmak izlerinin görünürlüğü kadar kalıcı her biri. Aslında bakmaya cüret ettiğim kağıt yaprağının utancı kadar çekici yaşadığım her noksan saniyem. Kitap sayfalarını bırakıyorum parmaklarımdan yavaşça , elimden kaçırdığım saniyeler kadar umarsız şimdi hepsi.

İstanbul'u yazmak , zamanı yazmak mıdır? Yoksa ısınamayan köhpe bir kömür sobasına atılan nemli odun parçasının yarattığı hayal kırıklığı mı yalnızca? Hangisi daha cisimsiz ; kıyaslanamaz gidişleri hangisinin daha yıpratıcı , bilmiyorum.

İstanbul'u yazmak , ürkütücü değişimine rağmen kayıp gitmeyen ve sürekli yer değiştiren toz tanelerini mi yazmaktır? Yoksa sarı-turuncu yaprakların kahverengiye dönüşümünde gösterdiği kararlılığın toprağa karışma esnasında buharlaşıp nefes olması mıdır? Ciğerlerimizden geçen dumanın kaynağı izmaritin yaprakları tutuşturması kadar basit belki de.

İstanbul'u yazmak , her gün milyonlarca karıncanın üzerinde seyrettiği seyyar satıcıların marifeti yerdeki mısır koçanının günübirlikliğini mi yazmaktır? Yoksa yaşanmışlıklarını kanıtlama çabasıyla en az köklerinin yanıbaşında duran plastik şişelercesine kokan sadakat gösterisinin perdesini umarsızca çeken ulu çınarları mı yazmaktır? Derin bir intibaya göz kırpmak belki , tüyleri dökülmüş  ıslak bir sokak köpeğinin mevcudiyetini hiçlemek ya da.

Yenilmek midir sabahın kör vaktinde yeniçerilere mehter marşıyla , yanından geçen ötekiye "bre!" diye seslenip neşesine rakı dökmek mi? Gözlerini kapatıp mevcudiyetinin şarabını maviliğe akıtmak , esen soğuk yelin seni ısıtmasını beklemek belki.

İstanbul'u yazmak , Galata Köprüsü'nde göbekli bir balıkçının ağına takılan minik balığın bakışının gösterişsizliğini anlatmak mıdır? Yoksa balığa göz kırpan ince misinanın onu hayattan çekmesiyle balığın çaresizce sağa sola çırpınmasını izleyerek acıkmak mıdır sessizce?

İstanbul'u yazmak , çöp tenekesinden aniden fırlayıp çıkan bir kedinin ayağının aksaması kadar gerçekçi bir hayal kırıklığını yazmak mıdır? Belki bir emeklinin son maaşıyla gidip yaptırdığı altın diş kadar parlak hissiyatı. Belki de durgun denizdeki deniz kabuğunun çimento fabrikasında ezilip tuğlaya yapışması gibi gidişatı.

İstanbul'u yazmak , hiçbir zaman ondan gitmeyeceğini bildiğini bilmenin hüznüyle elinde bavulla gezmek midir? Yoksa bavulu ansızın bırakıp arkaya bakmaksızın dönüp gitmek midir? İstanbul'u yazmak bavulsuz gidebilmek midir?

İstanbul'u yazmak , kendini mi yazmaktır? En sevdiğin şairin kendini bulduğun şiirini buruşuk bir saman kağıdına yazılmış halde çöp tenekesinden çıkıp ahenkle rüzgarla dans edişini mi izlemektir?

İstanbul'dan gitmek , düşlerinden gitmek midir? Yoksa düşleri bırakıp ümit trenine bilet almak mı? Trende giderken hep otobüsün daha konforlu olduğunu düşünerek ağaçlara söz vermek mi? Eline alıp testereyi hışırtısından nefret ettiğin için kesmek ağaçları coşkuyla ; ama o mobilyalarda sefa sürememek yeri geldiğinde.


İstanbul'u sevmek , bir kabulleniş midir temelinde? Yoksa vefasız bir sohbetin devamının artçı depreme kurban gitmemesi ve prefabrikte konaklaması mıdır bir süreliğine?


İstanbul'u içmek , yazın ilk günlerinde boğazın sularına kendini atan çocukların yuttuğu kadar su yutmak mıdır zevksizce? Belki de kontrolsüz yansıyan güneş ışınlarının göz kapaklarını kapamaması için yalvarmaktır istemsizce.

İstanbul'a bakmak , dünyaya bakmak mıdır aslen? Yahut ışıksız bir gecede her yıldızın sırayla parlattığı kadar düşüncesiz bir sonsuzluktur gizlice.

İstanbul'u yazmak , sevmektir.

Sevmek , o ağır kitabı alıp sayfalarını çevirebilme isteğidir.

Sevmek , okumaktır o kitabı defalarca. Parmak ucuyla okuyup göz ucuyla okşamamak , bir kelimesine saatlerce kafa yorabilmek , parmaklarından kayan her sayfaya özlemle bakabilmektir.

Sevmek ; parmaklarınla gözlerini buluşturmak , İstanbul'a akıtmaktır.