30 Ekim 2010 Cumartesi

Kuzeyin martısı.

Başına buyruk bir huzurla rüzgara kendini kaptıran bir martının sadakatinde gizli ağlak bulutların saklı nemi. Titreyen her bir beyaz tüyün gösterdiği yönde ilerlemek özdeyişi , güneye gidişin sevinciyle kuzeyin terkedilmişliğinin soğuğunu kıyaslayan. Kuzey , soğuğunu daha çok hissettirmek için yalnızlığını üflüyor güneye , güneyin artık ne kadar sıcak ve kucaklayıcı olduğunu inkar edercesine. Güney ise hiçbir zaman kuzey kadar soğuk olmadığını bilircesine mahcup bir inkar peşinde.

Upuzun kanatları , balık kokusunun izinden giderken içinden geçen arzunun etkilediği kararsız deniz ile martılar uçuyor her yerde. Her kanat çırpışında mutlulukla açılıyor gagası kimi zaman balığını düşürmeyi göze alıp sahipleniyor gökyüzünü. Gözleri coşkuyla parlıyor , sebebini bilmiyor aslında ama güneye gitmek onun için öğretilmiş çaresizlikten doğan bezginlik belki de. Kaçarcasına açıyor kanatlarını ; itercesine açıyor , sahiplenircesine hatta özümsermişçesine açıyor. Nemli bulutlara değdiği her an ise onu aşağı çekiyor gibi , denize yakın olmayı seviyor ama boğulmaktan ölesiye korkuyor. Arkasından esen soğuk yel geçiyor her bir noktasından , aslında kuzeyden esen yelin onu güneye ittirdiğini ayrımsaması ise o ana denk geliyor.

Vapurlar geçiyor denizin üzerinden , martının yarattığı ufak şiddetli dalgalanmaların yanında çok büyük dalgalar yaratıyor vapurlar. Çok korkmuştu martı , vapurları görünce daha da arttı korkusu. İlk defa görmüştü ; ama nefret etmişti vapurlardan.

Sahi , neden nefret ediyordu vapurlardan? Sonu hiddetli dalgaların onu yutmasıyla sonuçlanacağı için mi? Denizin içindeki birbirinden lezzetli balıkların tadına hiç bakamayacağını ima edercesine ses çıkardığı için mi?

Hafiften atıştıran yağmura rağmen bir kadın oturuyordu vapurun kenarında. Tüm martılar selam veriyordu ona, tanınıyordu belli ki. Yüzüne düşen beyaza çalan sarı saçlarının ortasında duran gözlüklerini bulutlara gülümsercesine sildi kadın. Elinde ovalimsi , kahverengi ve kadının az sonra yiyecekmişçesine tuttuğu kese kağıdına sarılı şey vardı. Dalgınlıkla böldü elindekileri ve yukarıya , tam martının kafasının üzerine attı içtenlikle. İçinden gelen derin merak yığını tüm korku sisini dağıtmıştı martının , gagasıyla tek hamlede yakaladı ve tadına baktı.

Balık gibi değildi ; ama çok daha güzeldi. Kadın kokuyordu simit , vapur kokuyordu , yaşanmışlık ve gözlük kokuyordu. Dalgın bir özveriyle bölünmüş huzur kokuyordu , vapurun kulaklarını çınlatan sesini yağmurun yere vuruşuna çevirircesine.

Kuzey , rüzgarının şiddetini her saniye daha da azaltırken güneye yaklaşmanın farkındalığı gezindi martının sarsak bedeninde. Kanatlarını o kadar emin açamıyordu artık ; kuzey her yanını ürpertmedikçe, onu güneye düşünmeden itmedikçe daha da zorlaşıyordu işi. Deniz , bulutlardan süzülüp pullu bedenlerini aydınlatan ve her yana parfümlerini saçan balıklarıyla daha bir ölüm kapanıydı artık. Denize yaklaşmak zorundaydı , balıksız yapamazdı tek umudu ise o yaşlı kadındı. Onu bir daha görüp göremeyeceğini bilmeden geçen her saniye , güneyin sıcak ama dibe çöken havasını daha çok içine çekiyordu.

Arkasını dönüp kuzeye bakamazdı artık. Artık itmiyordu bile zaten , özünde penguenler ve ayılar da kış uykusuna yatmış olmalılardı.

Arkadan sesler duydu martı. Diğer martılar , sicim gibi dizilişleri yaydan fırlamış bir oku andırırcasına geliyorlardı. Her an sırayla birbirlerinin yerlerini almalarına ve birbirlerine duydukları sadakatin kusursuz eşliğine hayran kaldı.

Arkalarına sokulmak ve o işleyişin bir parçası olmaktan haz duymak istedi. O senfoninin bir notası , bir hissi olmak istedi.

Kimi zaman titrek bir nota oldu , kimi zaman sus işareti. Bazen kanadı seğirdi kontrolsüzce , bazen dengesini kaybetti düşüncesizce. Bazen ise sırasını şaşırdı şuurunu ararcasına.

Sürüsüz yapamazdı martı. Balıksız yapamazdı. Sıcak olmadan , güneş olmadan yapamazdı.

Ama vapur... O yaşlı kadını bir daha görmek için hepsini yapabilirdi.

Simit için yapabilirdi. Onu başka bir martının gagasından çekercesine gösterdiği atiklikle gagasının arasına sıkıştırmak için , bir daha onu ağzında hissedebilmek için , o lezzeti bir daha yakalayabilmek için yapabilirdi. Gözlük için yapabilirdi , bulutlardan düşen damlayı gözlükle buluşturan rüzgar için yapabilirdi.

Kuzey için yapabilirdi.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Uyumsal sonsuzluk.

Zihnimdeki tek görüntü hangisi olduğunu kestiremediğim "o" parıltı.

Tam tepemde olan güneşin boynumda , saçlarımda kısaca bedenimin her noktasında egemenliğini kabul ettirdiği öğle saatlerinde ; gözlerim aceleci gözlemciliğiyle yakalayabildiği her görüntünün fotoğrafını çekmeye çalışadururken zihnimin bağımsız öbür yanı burnumla işbirliği içinde kentin kokusunu sindirmeye çalışıyordu. Güneş ise bu uyumsuz birlikteliğin ahengini sınarcasına bedenimde ısrarla , izinsiz fakat kibar bir şekilde dolaşmaktaydı. Derken onu gördüm. Onu.

Beynimi böylesine uyuşturan , kendimi kaybettiğimi sandığım anda yaşadığım derin boşluğu varlığıyla sonsuza kadar söküp aldığına beni aniden inandıran şey. Sonsuzdu , maviydi alabildiğine ve güneşindi. Birbirlerinindiler , başsız ve sonsuzcasına. Her buluşmaları bir parıltıydı benim yalnız görebildiğim , güneşi engellemeye yarayan korumalı siyah camlı güneş gözlüğümün siyah camlarının bile ihtişamını engelleyemediği.

Oraya oturdum öylece ve bir tepki vermem gerektiğini hissetmedim. Hayatım boyunca belki de içime çekebileceğim en tasasız nefesti aldığım. Gözlerimi açtığımda , ağız dolusu gülümsememi öylesine yaşıyordum ki civardaki insanlar üzerinde sebepsiz gülümsememin bıraktığı intiba o anda en son ilgilendiğim şeydi.

İçine çekercesine ama mesafeli sınırsız bir mavilik , bir yap-bozun parçalarıymışçasına  -mükemmel deyişinin bile niteleyemeyeceği- uyum ve hiçbir fotoğraf makinesinin ölümsüzleştirmeye cüret edemeyeceği kadar eşsiz. Ayakkabılarımı aniden gelen heyecan dalgasıyla fırlatıp attım , yanımdaki doğuştan güneşle barışık yanık teniyle balık kokan çocuklara aldırmadan koştum ve bir parçası olmak istedim o eşsizliğin.

Ayağımı okyanusla ilk buluşturmamda ise güneş çekildi sanki aradan. Evet , ayağımı suya temas ettirdiğim yer okyanusun öbür bölümleri kadar mavi görünmüyordu artık dahası gözlerimi almıyor , ışıldamıyordu. Sonra farkettim suya gölgemin vurduğunu , güneşin bana farkettirmeden çekip gittiğini ve arkamda durmuş rahatsız etmeden beni süzdüğünü ama acıtmadığını.

Kendimi "o" eşsiz uyumu kendi egoları uğruna fütursuzca bozup daha sonra hayatını bozduğu uyumu düzeltmeye adayan biri gibi hissettim.

Kendimi ; uyumları , düzenleri , canlıları , ormanları başındaki şapkasıyla uyumlu kahverengi bir iğrençlik kokan gülümsemesiyle bozan bir beyazmışım gibi hissettim.Veyahut arkadaki güneşle doğuştan barışık , iğrençleşmeden kahverengileşmiş ve içindeki beyazlığı anlamak için -beyaz tutmak için varını harcadığı- yapma dişlerine değil gözlerinin akına bakmanız gereken çocuklar. Uyumun farkındalığı onları uyumun bir parçası olmaya itiyor belli ki , balık kokan bir saygıyla.

Yanlarına gittim , gülümsedim. Fotoğraflarını çekip ülkemde hava atmak için bir izin niteliğinde algıladılar gülümsememi. Önyargılarını garipsemedim , asla onlar gibi olamayacağımı ve onların da beni asla kabullenemeyeceğini de o zaman anladım.

-"Eylül!"

Sonsuz uyumun yaşattığı huzuru son kez tadacağımın bilincinde , son defa daha baktım okyanusa. Ertesi gün yaklaşacak olan fırtınada görüntünün nasıl değişeceği zerre umrumda değildi.

Fas'lı balıkçılar , o saf bir yıllanmışlık kokan kent , şubat ayında yaşadığım o yazdan kalma güzel gün... Sonsuzlukta bir parıltı... Okyanusa bakarken gördüğüm son parıltının hangisi olduğunu kestiremediğim gibi... Okyanusa arkamı döndüğüm gibi... Arkamı dönerken güneşin arkamı güvenle ısıtıp beni bırakmaması gibi...

17 Ekim 2010 Pazar

Anybody here?

Uzun , haşmetli ve derin oymalarındaki tozla bütünleşmiş olarak hayal etmişti o kapıyı hep. Oysa ki yarı kırık , neredeyse dümdüz ve "Açıl susam , açıl!" nidasıyla korkup kendiliğinden açılacakmış gibi görünüyordu. Ona dokunurken , en derin motiflerindeki tozları tek tek yerlerinden kaldırırken her birini son nefesiymişçesine içine çekmeyi ummuştu hep. Karşısındaki kapının düşündüğü gibi olmamasının onda hayal kırıklığı yaratmamasına ise şaşkınlıkla gülümsemişti adam. Ellerini en ufak bir darbesiyle kırılacakmış gibi duran kapının üzerine koydu yine , tereddüt edeceğini sanmıştı bir an için ama o kapı hayal ettiğinden daha güzel göründü bu sefer gözüne.

Onu ittirmeye dayanamazdı ; ama hikayenin gidişatına duyduğu merak göreceği rüyanın akışındaki olası değişikliklerin habercisi olan kapıya duyduğu sevgiye baskın geldi. Ellerini son bir kez daha gezdirdi buruk kahverengi kapının üzerinde , en güzel hediyeler küçük paketlerin içindedir hep , düşüncesini dizginleyerek kapıyı bir anda olsa aşağıladığı için kendisinden iğrendi. Yavaşça ittirdi kapıyı adam ve kızgın bir toz bulutunu adamın yüzüne çarparak trajik bir biçimde yere kapaklandı kapı. İçeriye ilk adımını hangi ayağıyla atacağını planlamamıştı ama içerisinin gizemi öylesine baskın gelmiş ve ele geçirmişti ki bedenini ayağını atabilecek tutkuyu bile daha sonraki saniyelerde bulabildi içinde.

İnce , soyulmuş ve grileşmiş bir zamanlar beyaz olan duvarlar ve yere dağılmış bir çok kuru çiçek eşliğinde salonda kapının en yakın dostuymuşçasına sitemle ona bakan masa karşıladı onu. Masa gözlerini dikmiş adamın uzun , ince silüetine ve titreyen ellerine bakıyordu. Utançla başını öne eğdi adam , kurumuş çiçeklerle göz göze geldi. "Beni takip et!" diye sesleniyordu sanki her biri. Masa , ona hemen buradan gitmesini söyledi ama çiçekler o kadar buyurgan ve davetkardı ki adam bu daveti geri çeviremeyeceğini anladı.

Kendini bildi bileli yalnız geçen yaşamında , her gece yanında uyuyan yabancı kadına bakarak "o" olduğunu hayal ettiği kadının burada olduğuna öylesine emindi ki. Seneleri "o"nu aramakla aramamak arasındaki denize bakan uçurum benzeri çelişki evresinde geçmiş ve korkudan bir seçim yapamamıştı. Neden korktuğunu kabul etmediği için "bilmiyor gibi" yaparak kendisini oyalamayı adet edinmişti aslında , yabancı biriyle aynı evi paylaşıyordu , yaşamını onunla geçiriyordu.

Aslında aradığının "o" olmadığının en başından beri farkındaydı. Önceleri bir iki denemesi daha olmuştu ama "o"nu aramakla bulamayacağını bildiği için gecelerini yanında yatan yabancıya bakarken "o"nu hayal ederek geçirmişti hep .Gözleri , burnu , yastığa dağılmış saçları kesinlikle yanında yatan kadına ait değildi , buna emindi. Ama bu sefer "o"na çok yaklaştığını hissediyordu , sanki bir ince perde vardı arada ve adam aradığı perdeyi az önce incittiği naif kapının ardında bulacağına emin gibiydi. Davetkar ve işveli çiçekler çıkardı onu dalgın hülyalarının getirdiği boşluktan.

Koridorda yankılanan ayak sesleri kulağına o kadar gürültülü gelmişti ki adamın , "o"nu korkutup kaçıracağını sandı bir an. Uzun , dar koridorda yavaş ve tereddütlü adımlarıyla ilerlerken ; beyaz tül perdelerin usulca dalgalandığı ve ince bir ışık huzmesinin perdelerin arasından sakince yayıldığı en uçtaki odayı gördü.

Odaya girmeden önce boğazını temizledi , aldığı nefesi veremeden yutkunmaya çalıştı ve tüm cesaretini örgütleyip titrek sesini yenmesi için beynine emir gönderdi.

 -"Anybody here?"

İki saniye kadar durakladı adam. Birinin orada onu beklediğine ve ona cevap vereceğine o kadar emindi ki , gözyaşlarının usulca gözlerine dolmasını engelleyemedi.

Titrek bir adım attı , belli ki duymamış olmalıydı çünkü orada olduğuna emindi. İnce ışık huzmesinin huzurla yayıldığı odada dalgalanan ince , tül perdelerin önünde tek görebildiği şey ; toz bulutunun endişeye mahal vermeyecek şekilde sahiplenerek grileştirdiği beyaz yatak ve yatağın üzerinde duran ışık huzmesinin hafiften göz kırptığı iki yastıktı.

Dolan gözlerindeki yaşları tutabilecek mecali yoktu adamın , titreyen bacaklarına söz geçirebilecek nitelikli komutanlarının tümü de gözlerinden süzülen tek damla yaşla onu terketmişti. Kapattığı gözlerini ucuna oturduğu yatağın karşısındaki motiflerle süslenmiş , ceviz ağacına kaktırılmış boy aynasının önünde açtı. Pencereden izinli , perdelerin arasında kendisine güvenle süzülen ışık huzmesi adamın yüzüne çarptı bu sefer.

Adam aynada ne kadar zavallı göründüğünü düşünmeye çalıştı ; ama yapamadı.

 -"Anybody here?"

 -"Yes."

Kafasını boynunu kıracakmışçasına heyecan dalgasına yenik düşerek hızla çevirerek etrafına bakındı adam. Telaşla yerinden kalktı , ona yol gösteren cazibeli kuru çiçeklerin üzerine dikkat etmeksizin basarak sesin geldiği yönü kestirmeye çalıştı.

 -"Anybody here?"

 -"Yes."

 -"Yes!"

Aynanın karşısında gözleri yuvalarından fırlayacakmışçasına durdu adam. Yatağın üzerinde bir kadın oturuyordu , perdenin arasından süzülen ışık altın rengi saçlarını okşuyordu , bal rengi gözlerinden yayılan mutluluk beyaz tenine akıyordu. Bembeyaz , perdeyle uyumlu tülden bir elbise sarmıştı ince bedenini  ve yana eğdiği başını normal hale getirip gülümsedi.

 -"Yes!"

Yıllardır tuttuğu gözyaşları sanki aynı anda hücum etmişti gözlerine.

Etrafına bakındı , ama "o" yoktu.

 -"Yes."

Hayatında hiçbir kadında göremeyeceğini bildiği bir şekilde gülümsedi kadın. Dünyanın kabul , insanların tahammül edemeyeceği şekilde gülümsedi.

 -"Yes."

Yeniden yatağa yığıldı adam.Gözleri aynaya kenetlenmişti ve artık hiçbir şey umurunda değildi.

Artık hiçbir şeyin önemi kalmamıştı.

Ayağa kalktı kadın. Usulca adamın yanına oturdu. Başını adamın omzuna koydu.

Elleriyle gözlerini sildi adamın. Adam ise yalnızca aynaya bakıyordu. Sonsuza kadar burada , bu ayna karşısında , bu odada oturabilirdi.

Ama oturmayacaktı. Ayağa kalktı adam.

-"Anybody here?"

Kimse yoktu.

-"Yes."

Kimse yoktu. Olmamıştı , olmayacaktı.

Tekrar aynanın karşısına geçti adam. Kadın elleriyle yüzünü okşadı , gözyaşlarını sildi adamın.

 -"Yes."

Gözyaşları artık adamı terketmiş gibiydi. Kulağına eğildi kadın ve fısıldadı.

 -"Yes."

Ve adama sarıldı. Adam gözlerini aynadan ayırdı. Kadının tam kalbinin üzerinde atan kalbini hissetmemek istedi. Hayal olduğuna inanmak istiyordu.

 -"Yes!"

Ayağa kalktı adam. Yatağa gözlerini dikti. Cebinden bir not çıkardı ve notun içinden kurumuş bir çiçek sıyrılarak yastıklardan birinin üzerine düştü. Cebinden çıkardığı notu yatağın üzerine bıraktı.

Son bir kez daha aynaya baktı. Kadın adamın bıraktığı notu aldı.

-"Anybody here?"

Kadın başını öne eğdi.

Naomi - Anybody here?   http://fizy.com/#s/1lt178

15 Ekim 2010 Cuma

Grinin tonlarını klişeler havuzuna attım ben.

Eğer siyahı gri görmek istersen , gri görürsün ama içten içe hep onun hep siyah olduğunu bilirsin.

Ama beyazı siyah görmek istersen , siyah görebilirsin. Koyu gri görmen onu siyah kılıfına sokmanı engellemez.

En zoru ise grinin tonuna karar vermektir. Hep iyi gördüğünüzden , en doğru tonu seçebildiğinizden emin olmak istersiniz.

Griyi beyaz göremeyiz. İstesek bile göremeyiz. Ancak siyah görebiliriz , haklı sebeplerimiz de vardır.Çünkü siyah , beyazı daha rahat egale edebilir.

Griye siyah diyip kabullenmek ise işin kolay yönüdür. Zaten içinde siyah olduğunu biliyorsun , değil mi? Az biraz beyaz olmuş , o da işin renkli kısmı.

Esasen bir renk uyumu yakalamak çok gereksiz. Beyaz veya siyah kılıfına sokup grinin tonlarıyla uğraşmamak gerek. Açık gri , koyu gri , siyaha çalan gri...

Gereksiz gerçekten de.

10 Ekim 2010 Pazar

Güneşin Yeşilliği

İçinde boğulacakmışım kadar büyük , atlasam pamuksu bir yüzeye düşücekmişim hissiyatını yaratan naif mavilik... Uçsuz bucaksız , altın ışıltıları eşliğinde gözlerimi alan güneşi içine alabilecek kadar büyük hem de. Kokusu burnuma geliyor çimenlerin , ıslak ve öz olduğunu farkediyorum yeşilin. Beni çekiyor gökyüzü , beni çekiyor bulutlar , zıplayarak birinden diğerine atlayabileceğimin sözünü verircesine.

Uzatsam elimi tutabilecek kadar yakın ; ama o uzak kalmayı tercih ediyor. Bunu bildiğim içindir ki uzatmıyorum elimi maviliğe , yeşile dokunuyorum çimenlerde geziniyor ellerim. Derken hayallerim geliyor aklıma , uçağa benzettiğim bir bulut geçiyor önümden ve diğer bulutun pürüzsüz pistine iniş yapıyor. Bir diğer bulut -sakallı Noel Baba'nın ren geyikleriymişçesine- dünyanın dönüş hızıyla paralel batıya yol almakta.

"Beni de al!" diyorum.

"Beni de al!". Ama duymuyor beni.

Hafif bir esinti geziniyor tenimde , göz kapaklarım kapanıyor ve izin veriyorum görüntünün zihnimde yer etmesine. 13 sene öncesini hatırlıyorum , 3 sene öncesini... 43 yaşında olduğumu ve hala bulutlara baktığımı görür gibiyim... Ellerimin hala yeşilde gezindiğini , güneşin hala beni baştan çıkarıp maviden vazgeçirebildiğini... Ellerimi uzattığımda bulutların ellerimi tutmadığını , havada kalan nemli ellerimdeki su damlacıklarının yüzüme damladığını... Görür gibiyim...

Gözlerimi kapasam , mavilikteki bir uçak geçse zihnimden... Noel Baba gelse çat kapı , şömineden çıkarsa beni... Açsa perdelerimi , karanlık odama mavi bir ışık dolsa... İçime dolsa mavi , yeşili akıtsa gözlerimden...

Çok mu mavi olurdu?