23 Ekim 2010 Cumartesi

Uyumsal sonsuzluk.

Zihnimdeki tek görüntü hangisi olduğunu kestiremediğim "o" parıltı.

Tam tepemde olan güneşin boynumda , saçlarımda kısaca bedenimin her noktasında egemenliğini kabul ettirdiği öğle saatlerinde ; gözlerim aceleci gözlemciliğiyle yakalayabildiği her görüntünün fotoğrafını çekmeye çalışadururken zihnimin bağımsız öbür yanı burnumla işbirliği içinde kentin kokusunu sindirmeye çalışıyordu. Güneş ise bu uyumsuz birlikteliğin ahengini sınarcasına bedenimde ısrarla , izinsiz fakat kibar bir şekilde dolaşmaktaydı. Derken onu gördüm. Onu.

Beynimi böylesine uyuşturan , kendimi kaybettiğimi sandığım anda yaşadığım derin boşluğu varlığıyla sonsuza kadar söküp aldığına beni aniden inandıran şey. Sonsuzdu , maviydi alabildiğine ve güneşindi. Birbirlerinindiler , başsız ve sonsuzcasına. Her buluşmaları bir parıltıydı benim yalnız görebildiğim , güneşi engellemeye yarayan korumalı siyah camlı güneş gözlüğümün siyah camlarının bile ihtişamını engelleyemediği.

Oraya oturdum öylece ve bir tepki vermem gerektiğini hissetmedim. Hayatım boyunca belki de içime çekebileceğim en tasasız nefesti aldığım. Gözlerimi açtığımda , ağız dolusu gülümsememi öylesine yaşıyordum ki civardaki insanlar üzerinde sebepsiz gülümsememin bıraktığı intiba o anda en son ilgilendiğim şeydi.

İçine çekercesine ama mesafeli sınırsız bir mavilik , bir yap-bozun parçalarıymışçasına  -mükemmel deyişinin bile niteleyemeyeceği- uyum ve hiçbir fotoğraf makinesinin ölümsüzleştirmeye cüret edemeyeceği kadar eşsiz. Ayakkabılarımı aniden gelen heyecan dalgasıyla fırlatıp attım , yanımdaki doğuştan güneşle barışık yanık teniyle balık kokan çocuklara aldırmadan koştum ve bir parçası olmak istedim o eşsizliğin.

Ayağımı okyanusla ilk buluşturmamda ise güneş çekildi sanki aradan. Evet , ayağımı suya temas ettirdiğim yer okyanusun öbür bölümleri kadar mavi görünmüyordu artık dahası gözlerimi almıyor , ışıldamıyordu. Sonra farkettim suya gölgemin vurduğunu , güneşin bana farkettirmeden çekip gittiğini ve arkamda durmuş rahatsız etmeden beni süzdüğünü ama acıtmadığını.

Kendimi "o" eşsiz uyumu kendi egoları uğruna fütursuzca bozup daha sonra hayatını bozduğu uyumu düzeltmeye adayan biri gibi hissettim.

Kendimi ; uyumları , düzenleri , canlıları , ormanları başındaki şapkasıyla uyumlu kahverengi bir iğrençlik kokan gülümsemesiyle bozan bir beyazmışım gibi hissettim.Veyahut arkadaki güneşle doğuştan barışık , iğrençleşmeden kahverengileşmiş ve içindeki beyazlığı anlamak için -beyaz tutmak için varını harcadığı- yapma dişlerine değil gözlerinin akına bakmanız gereken çocuklar. Uyumun farkındalığı onları uyumun bir parçası olmaya itiyor belli ki , balık kokan bir saygıyla.

Yanlarına gittim , gülümsedim. Fotoğraflarını çekip ülkemde hava atmak için bir izin niteliğinde algıladılar gülümsememi. Önyargılarını garipsemedim , asla onlar gibi olamayacağımı ve onların da beni asla kabullenemeyeceğini de o zaman anladım.

-"Eylül!"

Sonsuz uyumun yaşattığı huzuru son kez tadacağımın bilincinde , son defa daha baktım okyanusa. Ertesi gün yaklaşacak olan fırtınada görüntünün nasıl değişeceği zerre umrumda değildi.

Fas'lı balıkçılar , o saf bir yıllanmışlık kokan kent , şubat ayında yaşadığım o yazdan kalma güzel gün... Sonsuzlukta bir parıltı... Okyanusa bakarken gördüğüm son parıltının hangisi olduğunu kestiremediğim gibi... Okyanusa arkamı döndüğüm gibi... Arkamı dönerken güneşin arkamı güvenle ısıtıp beni bırakmaması gibi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder