28 Ağustos 2010 Cumartesi

Mutluluğun resmi.

Midesinden hızlıca göğsüne yükselen , kalbinden geçip tüm bedenini sarıveren şeyin peşinden koşar insanoğlu ömrü boyunca. Ne olduğunu bilemez , bir tahmini olsa da emin olmakta bocalar. Tek bildiği midesinden kanatlanıp kalbine akarak tüm vücudunu saniyeler içinde saran ve asla ne kadar süreceğini bilemediği , vücudundaki her hücreyi ahenkle dans ettiren o duygudur. Beyninin tasarım çekmecesini açar ve karıştırmaya başlar dağınık bir fotoğraf öbeğiymişçesine , daha da dağıtır , kararsızlıkları içinde boğulur ama hangi fotoğrafın daha net olduğundan hiç emin olamaz.

Kimi zaman bir çikolata parçasıdır tek istediği yahut son model bir araba. Belki bir heykeltraşın sihirli ellerinin dokunuşlarından yaratılmış kadar güzel bir kız , belki dökümleri bile eline sığmayan bir banka cüzdanı...

Bazen yüzük parmağında gururla taşıdığı 5 karatlık elmasın parıltısıdır gözlerinin rengi bazen ise evlerinin önündeki masmavi denizin üzerine doğan güneşin ışıltısıdır.

Bazısı için sabah kalktığında hala yaşıyor olduğunu hissetmektir hastane koridorlarında -ertesi günden hiç emin olamayacak olsa da- bugünü için şükretmektir. Bazısı için ise uğruna dünyayı değiştirebileceğine inandığı çocuklarının bir içten gülümsemesidir.

Haftalarca çalıştığı sınavının çok iyi geçmesi , suratsız patronunun dengesiz fikirlerini bir günlüğüne askıya alıp seni terfi ettirmesi , hayatını adamış olduğun film yıldızının seni farketmesi...

Tek isteğimiz bizden izin almaksızın midemizden kalbimize yol alarak tüm bedenimizi ele geçiren , içimizde hissettiğimiz her saniyesinde daha da uzun sürmesini şevkle ümit ettiğimiz şeydir. Ayak parmaklarımız ile ellerimizi kenetleyen , omuzlarımızı boynumuzla kavuşturan ve elbette ağız kenarlarımızı kulaklarımızı tanıştırmaya istekli "o" duygu...

Yeni doğmuş bir bebek için annesinin kokusudur güvende hissettiren , onu gülümseten , sımsıcak sarıp sarmalayan. Tasarımları , fotoğrafları , başkalaştırmaları olmayan sorgusuz sualsiz ve güven dolu bir bebek mutluluğudur hayatımız boyunca aradığımız. O koku , o parıldayan gözler , o ses , o sıcaklık , o aitlik...

İlk fotoğrafımız hazırdır artık ilk mutlu olduğumuz an , ilk gülümsememiz , ilk ait oluşumuz.

3 yaşında çikolatadır , 7 yaşında evcilik oynamak , 10 yaşında ilk aşık olduğumuz kişi...

Hızla biriken fotoğraf albümlerimizi bölümlere ayırma vakti gelir ansızın , yaşadığımız çevre , alışkanlıklarımız ve düşüncelerimiz ayraçlarımız olur böleriz fotoğraf albümümüzü tereddüt etmeden.

İstediğimiz fotoğraflar da değildir artık , istediğimiz yalnız "o" fotoğraftır. O ışık , o netlik , o açı , o karedir. Hayatımızı o kareye yönlendiririz , o resmi elde etmektir artık başarı algımız. Kimi yabani bir yol tutturur kendine , kimi için temiz bir otobandır resme giden. Bazımızın bacaklarını çizer asi dallar , bazımızın ise saçlarını okşayarak hedefe meyiller onu esen rüzgar. Yorulanları , durup etrafını kollayanları veya aslında gitmek istedikleri yolun sonunun o resme çıkmadığını farkedenleri , normları olmadan yaşayamayanlar ittirir bu sefer. Bazı meraklı "kalıpçılar" ise tutuverir onları , kendi yanlışlarının , kendi bastırılmış isteklerinin önüne geçirmez engel olur adeta sahiplenirler.

Durup soluklanırken kendimizi etraftan soyutladığımız zamanlarımız da olur , ne istediğimizden emin olamadığımız , ne yapacağımızı bilemediğimiz. Ama artık fotoğraf albümlerimiz doludur ve hangisinin doğru kare olduğunu bilemeyiz.Dahası artık o fotoğraf karelerini hangi çekmecede sakladığımızı bile hatırlamayız. Tesadüfi bulsak bile artık o fotoğraflar çekilirken ne hissettiğimizi , ne düşündüğümüzü anımsamayız.Yalnızca elimizde fotoğraflar başkalarının ağzından konuşuruz , ne anlattığımızı bilemeden.

Fotoğrafların artık biz olmaktan çıktığını , sırf başkaları için o fotoğraf karelerini ellerimizde sallamaya devam ettiğimizi farkedebilmemiz ise ya en yakınımızın gidişine ya da yolumuzun hastaneye düştüğü günlere rastlar genelde. Kısa bir şükrediş sonrası yine kavrayıveririz uğruna hayatımızı adadığımız kağıt parçalarını.

Gün olur , o fotoğraf karelerini yaşarız. Bekleriz ki "o şey" midemizden kalbimize yol alsın , tüm vücudumuzu sarsın. Bekleriz ama yoktur.

Ya da o fotoğraf karelerini yakarız terli ellerimizle aniden , kalbimiz ağzımızda. Hem de "iyi ki yaktım"larla.

Sadece midemizden kalbimize yol alan , tüm bedenimizi ele geçiren , ellerimizi karıncalandıran histir beklediğimiz. Gülümsemektir , içinde bulabildiğindir , bırakıp kaçmakla unutamadığın , aradığında bulamadığındır. Mutluluktur , başkasının göremediği ama paylaşmak istersen daha da çoğalıp , ellerinle kavrayamadığın halde bir anda tüm çevreni sarandır. Bir sebebe bağlı olması gerekmediğini farkedebildiğin anda başlayan ve artık hiç bitmeyecek olandır.

27 Ağustos 2010 Cuma

Lütfen beni anlamasan da anlarmış gibi görün.

"Çünkü beni anlamıyor!..."

Hafif alaycı , üzerinde sakil duran güveni ile egolarını savurdu yüzümüze. Severdim onu az çok , "yollarımız ayrılsa da gönüllerimiz birdir hep" diye bahsedebildiği az sayıdaki özel insanlardan olduğumu söylerdi. Yanında olanların hep ayrıcalıklı , özellikli olduğundan söz eder insanların "özel" olup olmadığını kendisini anlayabilme durumlarına göre derecelendirirdi. Puan eşiği de pek düşüktü , hafiften boyna meyleden bir çene ve "tabi , bence de!" nidalarını yeterli görürdü. Hep anlaşılmak isterdi , insanların onu anlayamadığından yakınır "kahrolası komplike bir marjinal" olduğunu söylerdi. Biz ise burukça gülümserdik , gözlerimiz devrilmesin diye destek olması için birbirimizin gözlerine dayanırdık. Ama her şeye rağmen severdik onu , yaşamındaki tüm terslikleri kendi karakterine ve anlaşılmazlığına bağlaması gülümsenesi bir ilkokul saflığı kokardı çünkü. Kendi mükemmelliği ile o kadar meşgul idi ki en karmaşık denklemlerin çözümü bile x'in kendisi çıkardı , o x'ti çünkü.

Ona hiç x=x bir sonuç değil sağlamadır demedim , diyemedim.

"Çünkü beni anlamıyorsun!" dedi bana bir gün.

"Değiştin sen , beni anlamak istemiyorsun. Umursamıyorsun!" dedi. Ona aslında iki taraflıymış gibi yürüyen ama yalnızca tek tarafın elindeki pamuk ipliğine bağlı ilişkimizden söz etmedim. Onu onaylamadım bu sefer , taşmak üzere olan gözlerinden alıp boş gözlerime doldurmadım. Artık buram buram tebeşir ve tahta sıra kokan saflığına katlanamadım , çok sinir bozucuydu bu sefer. İçimdeki Don Kişot'a dur deyip onu sarsma isteğimi dizginledim ve gülümsedim.

"Artık seni anlamak istemiyorum." dedim. Sadece öylece baktı boş boş , yüzünün 10 sene sonraki ifadesi ile bu hali arasında bir kaç kırışıklık dışında hiç bir fark olmayacağını düşündüm.

"Hem unutma, seni senden başka kimse anlayamaz." diye ekledim.Hayat garip deja-vulardan ibaretti gerçekten de. Bugün bana , yarın sana.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Düşünmüyorum çünkü düşünüyorum.

Bazen en kötü seçenektir düşünmek. Düşündükçe işin içinden çıkamazsın , boştan alır doluya koyarsın , görecelerinin göreceliğini yoklarsın. Hatta gün olur yoklayamazsın , emin olamazsın çünkü sana ne kadar sadık olduklarından. Gün olur bir bakmışsın görecelerin bir hoşçakal öpücü vermeden kaçıp gitmiş sen ise Fatih Erkoç misali ellerin bomboş kalmışsın. O yüzden bazen kabullenmeli ve yalnızca seçmeli birini , yanlış yapmış olmak düşünüp sonuca varamamak kadar yormaz hiçbir zaman bizi. Belkiler ve keşkelerdir bizi asıl korkutan , içimizi yokuş aşağı itilmişiz gibi titreten "belki şöyle olsaydı..." ya da "keşke yapmasaydım..." dememek içindir tüm çabalarımız. Ama bilmeyiz ki yanlış yapmak her zaman daha kolaydır , yanlış yapmışsındır artık doğrusunu biliyorsundur ve bu yol genelde bir labirent değildir.


 Bilinen yola koyulmak -istediği kadar çetrefilli istediği kadar engebeli olsun- bilinmeyen en kolay yoldan bile daha gidilebilirdir.


Yanlış yapmama isteğidir bizi asıl şekillendiren , mükemmeliyetçi bünyelerimize ve şişkince egolarımıza "yanlış yapmış olmayı" yedirememektir. Yanlış yapmayan insan öğrenemez , emin olamaz çünkü hiçbir zaman ve doğru yolu hep çok daha fazla zaman kaybederek bulur. Yanlış yapmaktan korkarak yanlış yapmak ise -ki bu ironilerin prensesidir bana göre- daha çok yanlış yapmaya sevk eder bizleri. Tecrübe-yanlışlar ve doğru yol üçgenini doğru kuramamak ise salt IQ ile ilişkilendirilemez aslında -her ne kadar öyle bir eğilimimiz olsa da- kalbimiz hormonlarımız ve hipotalamusumuzdaki uyarıcılar arasındaki savaşın sonucu da hatırı sayılır bir etkendir bu duruma. Algılarımızın bu davetsiz kapıyı çalan ve default olarak içeri giren uyarıcılara kayıtsız kalması bile olanak dışıdır pek tabii.


"Nereye geleceksin?" diye beklediğinizin farkındayım , sadece "neye göre" yargıla(n)dığımızı merak ediyorum. Neye güvendiğimizi , emin olma erkimizi nasıl sorguladığımızı... Şimdi yazının başına dönelim , ilk cümleyi tavsiye niteliğinde okuyalım ve bu yazı kendini imha etsin.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Default

Yüzünün kıvrımlarında geçen hayatım gözlerinden akan son bir pişmanlık damlasıyla son buldu. Dönülmezlerimizi ve yanlışlarımızı biz kendi ellerimizle yaptık; ve o kumdan kale yıkıldı , dönüşü yok artık.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Mad about you.

Elleri şakladı , gözleri gökyüzünden yüzümüze yağdı ve ay ışığı saçlarından yüzümüze aktı. Şüpheci gözleri bizden arkadaki gitar çalan esmer çocuğa kaydı ve o dansına başladı. Büyülenmişçesine yerime mıhlanmıştım , kırmızı bandanası ile yeşil gözlerinin yere hükmeden uzun eteği ile konuşması mıydı dansı yoksa büyük altın küpelerinin siyah saçlarında dolanması mıydı bilmiyordum. Yalnız ben değildim belli ki böylesine kendinden geçen , cazibesi ile hükmedebildiği. Kendinden emin tavrı beni kendimden almıştı hiç bilmediğim öğrenmediğim dokunamadığım dikenli bir gül gibiydi güzelliği. Kolayca koparabildiğim papatyalar gibi hemen solup gitmeyecek ya da gönülsüz yaseminler gibi kokusunu üzerime işleyip kaybolmayacaktı ortadan. Kaybolamazdı , ah romen kızı , soğukluğun bir nimet gibi öğretildiği İngiliz kültüründe üşürken içtiğim sıcak şarabım , dikenlerini batır ellerime. Ben sana o esmer çocuğun baktığı gibi bakamam , seni kucaklayamam , kuruyamazsın çürürsün ellerimde. Dudakların dudaklarıma değerse çürürsün , kırmızılığın korkutur düşlerimi. Romen kızı cazibeni saç rüzgarlara , saçlarının kokusunu çarp yüzümüze. Ellerinin birbirine her vuruşunu , eteğini her çekişini göster notalara , göster ki esmer çocukla kuruyasın. Kurumak ki en değerli şeydir bir yaban gülü için sonsuzlaşmaktır.

Senin sonsuz olduğunu bilsem yetecek Romen kızı.

Sting - Mad about you.   http://fizy.com/s/1dekfc

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Confused.

Azıcık kafa karışıklığı , artık bir yol belirleme isteği. Hayır , hiçbir şey için "erken" değildir.

En kısa zamanda tekrar yazacağım.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Infinity

Yalnız bir yokuşun ıssız adımları gibiydik seninle.
Sen fütursuz taşı kaldırabilmek için yerinden
Gözlerini satmıştın arsız bulutlara
Bense ulaşmak için maviliklere
Takas etmiştim düşleri dalgalara.
Denizaşırı bir ülkenin uzak diyarlarından gelmiştin sen ,
Bense kızıl kumları kaldıran çöllerin şerrinden
Ne aşabildik zamanı dalgalarla
Ne de ulaşabildik vahalara şarkılarla.
Arsız bulutlardan yağsaydı gözlerin kumlara
Bir rüzgar eserdi Akdeniz'den Marmara'ya
Çıkarcı bir dalganın tutuşmuş dudaklarıyla
Ne de oynaşırdı aşklar , yıldızlar
Çekinik bir duygunun gizli tutkusu gibi naif
Işıklı bir avizenin utancı kadar az
Cennetten yere düşmüş elmanın değeri kadarsa aşk
Kımıldatamadığın taşı kaldıracak kadar saf.


Ps: Söz konusu şiir olduğunda kendime fazla güvenemiyorum. "Şiir denemesi" diyelim.

Ormanda uyuyan göllerde olduğu gibi

Ormanda uyuyan göllerde olduğu gibi,

İki şeyle doludur çoğu insanın kalbi:

Gökyüzü -ve onun bulutları, ışıkları

Türlü renklerle boyar kıpır kıpır suları,

Ve çamur - derin, karanlık, uyuşuk, kasvetli,

Kirli sürüngenlerin sinsice gezindiği..


Victor HUGO

10 Ağustos 2010 Salı

Vapurlar felan.

Bu aralar sürekli bir an için durup hayatın ne garip bir adalet mekanizması olduğu hakkında kafa yormaya başladım. Mesela birine söylediğin bir şeyi yıllar sonra aynı şekilde kel alaka başka birinin ağzından duymak cidden çok ilginç.Deja- vu desen değil de hani.

Adalet üzerine kafa yoruyoruz sonra adaletin aslında hiç olmadığından bahsediyoruz. Bir de üzerine hukuk okuyoruz , hukuk yaratmaya and içiyoruz. Hoş hukukla o adalet terazisi arasındaki bağlantıyı hala daha anlayabilmiş değilim gerçi. "O kadar adil o kadar adiliz ki..." diye bağlayan cümlemi tamamlayacak şeyi bile seçemedim. Ülkemin abuk subuk siyasetçileri ve olmayan yargı sistemine değinmeyeceğim , konumuz o değil. Ama biraz durup hayatın bizimle aslında yalnızca kafa bulduğunu görmek bile insanı bulunduğu çevreyi gözlemlemeye sevk ediyor.

Misal zamanında senin yaptıklarını sana yapıyorlar , sana yapılanı sen yapıyorsun sonra gelip buna "hayat adaletsiz ki" diyerek kadeh tokuşturuyorsun. Rakı-balık yapma demiyorum arkadaşım başka sebeple iç , mesela Pollyanna'ya selam çak "gelecek güzel günlere içeliğm" falan de. Açık açık bir kuyuya düşüyorsun ve o kuyuyu zamanında büyük bir hazla ve şevkle sen kazmıştın.

Hiç kuyu kazmayalım mı yani? Mevlana tadında "ne olursan ol gel" diyerek mi dolaşalım?

Ütopyalarda yaşamayalım evet. Ütopyalar iyidir ama olsaydı ütopya olmazdı , değil mi?

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Dear Sam

Sevgili Sam ,

Her şey gibi mektubuma başlangıcım da alışılmış olsun istedim. Alışılmış saf olmayan mutluluklar , alışılmış plastik kokan hüzünler ve alışılmış ağlak özlemler geçirdik seninle. Her şeyin alışılmış olması bile alışılmış dışıydı belki , bilemiyorum.

Sam , çok alıştım ben seni doğrudan görmeye. Gözlerimi kapatınca suretini , zihnimi açınca içini görmeye. Hep bir eksik vardı derdim ya , bir eksik ki bir elmanın iki parçası , biri çürük diğeri parlak ve pürüzsüz. Hangimiz parlak ve pürüzsüzdük , hangimiz çürüktü kurtlanmaya yüz tutmuştu gerçekten bilmiyorum.

Bir mumun erimesi misali yavaşça damlayarak süzülürken üzerinden zaman , sen farketmedin aslında mumun söndüğünü. Mum hep aynı coşkuyla yanacak sandın , mum hep daha çok yakacaktı elini.

Ah Sam , seni farklı severdim ben. Tutkudan arınmış ama naif gözlerinin yaydığı güveni özledim. Sen ki bir dostun olabileceği en alışılmış güvendin. En kelepçeli ve kör teslim olunandın. Ben sana kör teslim olurdum ; ama sen hep bir gözünü açık tutardın. Gözünü açık tuttuğunu bilirdim , mendilin altından gülerdim ama sen görmezdin. O baloncuk kokan gülüşünü özledim Sam.

Yollar girdi aramıza Sam. Yollar ki ne kadar uzun , ne kadar tükenmez olursa olsun iki dostu ayıramayacak bir mum kalıntısıdır yanmayan.

Yakardık Sam , yakardık ve biterdi. Yollar ki en masumu en dokunulmamışıdır ama yolun ucundakiler öyle mi? Ben gittim ve sen kaldın.

Geleceğim dedim , "sen ayrısın!" dedim , değişme dedim.

"Değişme Sam!" dedim. Değişme.

Ama ben değiştim.

Döndüm Sam. Döndüm ama aramıza giren yollar değildi yalnızca , aramıza artık hayatlar girmişti. Fırından yeni çıkmış taze ve dokunulmamış , iştah açıcı hayatlar. Senin hayatına müdahale edemem ben Sam. Eskisi gibi olalım diyemem. Çünkü sen evet desen ben olamam , korkarım biliyorum. Mum kalıntılarından korkarım , iştahımı bastıramamaktan belki de...

Başkalarını sana tercih ederim diye korkarım. Lütfen yapma Sam. Lütfen "hep eskisi gibi olalım" deme. Olamayız çünkü.

Kendine iyi bak demeyeceğim , bakmazsın biliyorum. Seninle büyüdük biz. Ama hayatın kalıplarını basmaya başladığı şu süre zarfında kalıbın altında şekillenmeden duramam. Durmakta istemem zaten. Kim şekilsiz bir kurabiye olmak ister ki değil mi? Hem de mum ışığında gölgesi daha da büyümüş şekilsiz bir kurabiye... Ben cesaret edemedim , edemem de zaten , bilirsin.

Sen bir dostun olabileceği en iyi şeydin Sam. Sen her şeydin. Koşulsuz sevgiyi ayak bağı olarak görmeye başlayan biriyle yapamazsın artık sen.

Hoşçakal Sam.

8 Ağustos 2010 Pazar

Bir başlangıç gerek.

Uzun zaman sonra yeni blog açtığıma göre , bir açılış konuşması yapma zorunluluğu hissettim üzerimde. Aslında eski yazılarımdan birini koymayı hedeflemiştim başlangıç için , sonra "Aynı nehirde bir kez daha yıkanamazsın." mottosunu sürekli tekrarladığımı anımsayıp yazılarımı gözden geçirdim.

Üzerlerindeki toz üflemekle geçecek değildi , dahası o yazılar artık "ben" değildi. Ben kokmayan bir şeyi buraya koymak olası okuyucularımı benim hakkımda yanıltma kaygısından çok ne kadar "yol" katettiğimi görmezden gelmek olacaktı. Bu sebepten ötürü , bıraktım boş kalsın , gelecek yazılarımın önünü tıkamasın yahut bir başlangıç olmasın. Çünkü bir "başlangıç" yapmak için nerede olduğunu bilmelisin önce.

Yükseklik korkusu depreşmiş bir adrenalin bağımlısı misali ayağımın taştan kayıp içimden bir şeyler ta ağzımdan fırlayıp aşağıya düşecekken , boş kalmış terli ellerimi içimdekileri yakalamaya mı tutunacağım ipe mi götürsem kararsız bir halet-i ruhiye yaşadığım. Terli ellerim paslı kelimeleri yazmak için çok şey yaşadı belki , belki de içselleştirdiğim bir sebepsiz korku varlığını sürdüren. Ama şuna eminim , tertemiz bir sayfaya yazıyorum. Nerede olduğumu tam göremesem de epeyce yüksekte olduğumu hissediyorum. Bu yüzden ipe daha sıkı daha şevkle sarılmalı ve asla aşağıya bakmamalıyım , biliyorum.

Gün gelir de zirveye ulaşabilirsem şayet , o dans eden bulutların naif rüzgarı yalarsa saçlarımı o zaman bakacağım aşağıya. Vardığım zirve başladığım nokta değilse şayet.