28 Aralık 2010 Salı

Yağmurla yeksan

Boş bir sokak. Ve en az yağan yağmur kadar titrek sokak lambaları. Terk edilmiş park halindeki arabalar, sabah hangisinin park yerinden daha çabuk çıkabileceğini kestiremeden enerji topluyorlar. Gecenin karanlığında yalnız sesi duyuluyor yağan yağmurun. Bir de inceden pencereden süzülüşleri.

Titrek sokak lambasının gölgesi vuruyor yaşlı kaldırımlara. Kaldırımların ilk arınışı değil, ilk boğuluşu yahut ilk serinlemesi değil bu. Bir-iki pencereden süzülüyor ışık. Aralanmış perdelerden yağmurun farkındalığını aksettiren fısıltılar duyuluyor yalnız. Sonra onlar da kapanıveriyor. Sokak, sokak lambalarının gelgitli ışığına teslim oluyor.

Yağmur coşkusunu kaybetmiş değil henüz. Arındırabileceği şeyler bulma telaşesinde.
Yağmurun, ulaşabildiği camlara işleyebileceğini sandığı zamanlar.

Daha yağmurun kirlenmediği zamanlar...
Daha asfaltın yağmurla arınabildiği...
Daha asfaltın ancak üzerinden geçenlerin ayak izleriyle kirlenebildiği...
Daha sokak lambalarının daha sık titrediği ,
arada kendini karanlığa koyverdiği...
zamanlar.

Pencereden süzülen tek bir yağmur damlasının sükunetini seyre gelen aşıklar gibi toparlanmaya çalışıyor sokak. Bir yağmur damlası buluşuyor camla, duracakmış gibi yapıp önünü kesen diğer yağmur damlalarına aldırmadan keşfe çıkıyor camın derinliklerini. Diğer yağmur damlaları kâh engel olmaya çalışıyor kâh duraksatıyorlar onu ancak büyüdükçe büyüyor yağmur damlası. En derine, en dibe yaklaştıkça hız kazanıyor, sabrını tüketiyor adeta.

En dibe ulaşınca ne olacak sahi? Ya pencere pervazıyla yeksan olacak ya yerle buluşacak.
Pencereyle yeksan olmanın bedeli yere damlamak mı?
Pervaza razı gelmek belki.
Belki.

16 Aralık 2010 Perşembe

Sarı kar.

Hafif ayrıksı uçuk sarsıntılı bir havanın akabinde gelişen olayları anımsamaya çalışmak için uğraştı. Sonsuzun kelime anlayışını sorgularken aslında sonuna geldiğini farketmesi ise yüzündeki anlamsız gülümsemenin varlığını ayrımsamasıyla rastlaştı. Düşündüğü, planladığı gibi gitmeyen gidişatları ansızın tasarım çekmecesinden çekip buruşturmayı da pek severdi. Bir üst çekmecesinde ise daha önce hiç yerle buluşmamış kar tanesi beyazlığında kağıtlar bulunurdu. Sevmezdi hiç beyaz kağıtları aslında ama her buruşturup attığı sonrasız tasarıdan sonra tasarlama isteğini perçinleyeceğini bilircesine inanarak çekerdi her birini. Beyaz kağıtları eritemezdi, beyaz kağıtları buruşturamazdı, eli gitmezdi.

Sarı kağıtları daha çok severdi beyazlara nazaran, sarı kağıtlar beyaz kağıtların ve tasarıların durduğu çekmecelerin altındaki çekmecede dururdu. Kendince başarısız addettiği ve buruşturamadığı beyaz kağıtların üzerini saman kokan kağıtlarla kapatırdı. Sarı kağıtlar nötrlenmeyi beklemezlerdi hiç, bembeyaz olmamalarının verdiği içtenlikle kalemi daha güvenilir bir şevkle buluşurdu kağıtla. Sarı kağıtları daha bir benimserdi, belki daha kolay buruşturabileceğini bilirdi, yahut sarılığı ona kaybettiği bilinmez zamansızlıklarını hatırlatırdı.

Sarı kağıtlar oydu, sarı kağıtlar onun
Sarı kağıtlar samandı, sarı kağıtlar alev.
Sarı kağıtlar saman aleviydi, sarı kağıtlar sarı
Sarı bir saman aleviydi, sarı kağıtlar sarı.

En alevli sarılarını beyaz kağıda yazıp sarıyla örtmeyi gelenek haline getirmişti. Sarıyı sarıyla örtmez, her buruşturduğu sarı kağıt ona kendi sarılığında peydahlanmış bir duraksamayı anımsatırdı.

Bir gün, tüm tasarımlarını masanın üzerine çıkaracağı tuttu aniden. Sezinlercesine yaşanacaklarını iç çekti bir dil sürçmesi tereddütüyle. Tereddütün alnındaki teri silmek tersine geldiğinden tersledi kafasında oluşturduğu tezleri ve teşebbüse geçti. Parmaklarında parlamaya başlayan sabırsızlıklarını saydığı sayılar, sayamadıkları kadar çok muydu acaba? Ya da sözü edilmeyen etkileşimlerin etik olmayan etkileri kadar etkileyici miydi unutuşları? Önemi yokmuş gibi görünen özümseyişlerin özü özgülenmişse sahiden bir yerlere önemsizliğin özeli sevilebilirdi de bazen.

Tek eliyle masanın üzerinde ne varsa tüm komşuları rahatsız edercesine bir göz karartısı eşliğinde aşağı göndermenin yarattığı zevkin, hayalini kurduğu kadar tatmin edici olmayışı duraksatabilirdi onu ancak.

Önce beyaz kağıtları çıkardı çekmeceden özenle. Yeryüzüyle buluşma heyecanı içerisinde tek bir kar tanesi hafifliğinde ve eriyişinin anlığını yakalayabilmek adına daha bir soluksuzdu. Sonra tasarımlarını çıkardı, asla sonunu getiremediği tasarımlarını... Parmakları gezindi masanın hafif pürüzlü tahta yüzeyi üzerinde, beyazla masanın kahverengisinin kontrasını sevmezdi hiç. Sarı kağıtlar tasarılarının üzerini örtebilir miydi sahiden hiç bilemezdi. Merakının meramını görmek için el çabukluğuyla açtı çekmeceyi ve topladı bir yana dağılmış sarı kağıtları. Sarı kağıtlar inceydi, alevdi. Beyaz karı da en güzel sarının saman alevi eritirdi.

Aniden çıkan rüzgarın tipiyle tüm kağıtları bir yana savurması o an en son aklına gelebilecek şey olmalıydı. Elindeki son sarı kağıdın gözleri önünde uçması karşısında ise bir refleks hareketi bile gösterememişti oysa. Pişman değildi, olamazdı zaten. Çünkü pencere açık olmasaydı nefes alamazdı, pencere açık olmasaydı dışarıyı göremezdi. Hava sıcakken aralayıp tüm pencereleri soğutamazdı ısınmışlığını, hava soğukken daralıp kapatamazdı sıkıntılarını.

Sarı kağıtların aparmanın 7. katından aşağı süzülmesini izlemek ayrı bir haz olmuştu onun için. Beyaz karlardan naif, sarımtrak yapraklardan hafif bir sızı çöreklendi içinde bir yerlere. Sızlamaya başlaması "-sız"laştırdığı ana denk geldi.

Sarımsı sızılarını beyaz yapraklara sakladı. Beyazlığını saman alevine attı. Karların içindeki alev yerini ince bir dumana bıraktı.

Kar kayboldu, alev yok oldu. Beyaz kirlendi, sarının isiyle kirlendi. Sarı yandı, karlara aktı.

5 Aralık 2010 Pazar

Zor.

Bile bile lades demişken... Biz bile bile lades yapmaya geliyoruz aslında hayata.
Gözlerimizi ilk açışımızda, ilk koku alışımızda, ilk ağlayışımızda...
Her şeye rağmen devam ediyoruz nefes almaya, ayakta durmaya çalışmaya, inanmaya...
Kimse bize bir gün öleceğimizi söylemiyor.
Ama biliyoruz.
Bunu kabullenmiş olarak doğuyoruz çünkü.
Sahi, kabullenmek var mı genlerimizde? Yoksa böylesi daha mı kolay?
Kolay olması neyi değiştirir ki? Hangimiz kolayı sevdik, hangimiz kolaya bağlandık?
Zor olandı hep sevdiklerimiz, değer verdiklerimiz, önemsediklerimiz...
Çünkü ne kadar zorsa o kadar emek harcadık, o kadar özveride bulunduk.
Ulaştıktan sonra o kadar da zor olmadığını görünce hangimiz soğumadık isteklerimizden?
Daha zoru vardı hep, daha ulaşılması güç doruklar...
Ne zaman dizginledik kendimizi? Ya da dizginlemeyi hiç istedik mi?
Zor olanla basit olanın değerini hiç karşılaştırdık mı? Belki en basiti en faydalı çözümdü bizim için?
Gökte ararken yerde bulduk mu hiç?
Kırabildik mi bir kez olsun önyargılarımızı?
O değil de, zor olan aslında zor olduğunu biliyor muydu? Zor kimin zoruydu? Belki en basiti oydu?
En basiti oydu da çok çaba harcaması işimize gelmiştir yahut?
Bu işler zor.
Yaşamak zor.
Ölmek zor.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Ben Ruhi Bey, iyiyim.

"Ölüler ki bir gün gömülür
içimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler
insan yaşıyorken özgürdür.
insan
yaşıyorken
özgürdür."


26 Kasım 2010 Cuma

Renkli oda.

Beyni şişmişti uğultudan. Yan odaya geçmek istedi duraksızca.
Peksiz gözü pek olana dek pekleşecekti bu odada.
Kapattı kapıyı. Sindirilmiş karanlık koktu aniden. Ya da aydınlık buydu sahiden.

Yere çöktü sessizce. Bir şeyler eskisi gibi olmayacaktı odanın yanında. Ya da odanın esnasında.
Kestirememişliğinin kesmesiyle kesti kesemediği kesintilerini.

Renklerin paletlerini alıp ayağına giymek istedi. Yüzebilecek deniz olmadığını fark edince paletle yürümeyi seçti.

Kapıya kilitlendi yeniden. Kilitlenmemiş kapıyı kilitlemeye kilitlendi.
Neden orada olduğunu unutmuştu.
Dizlerine koydu başını. Dizlerini izlediği pembe dizilere benzetti sarılıp ağlayabileceği.

Duvarın sahiplendiği soğukluğu hissetti. Paylaştıkları soğukluğun ona dayandığı çukurluktan büyük olduğunu ayrımsadı.
Dayanmak istemedi duvara. Dayanamadı.

O odada, ışıkta
Odasız karanlıkta
Aydınlık dayanıklıkta
Olmak istedi.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Ladesli sesler.

Piyanomun başındayım şimdi. Çok tozlanmış , epey de kararmış beyaz tuşları görmeyeli. Oturuyorum başına , çok yabancılaşmış belli ki bana ama yine de ses etmiyor ona dokunmama. Tozlarını silmek için izin istiyorum önce , ses etmiyor hâlâ , deniyorum silmeyi ama geçmiyor benimsenmiş sarılıklar.

"Sen yaptın bunları." diyor sanki bana. Dememesi daha acı aslında.

Elime hafif nemli bir bez alıp silmek , onu bencilleşerek incitmeden kahverengi lekeleri sarıya sarıları dokunuşlarımın rengine çevirmek istiyorum. Bastırıyorum diyez'lere bemol'lere , bastırıyorum do'lara re'lere ve yitirmiyorum umudumu asla tepkisel kalıcı kirlenmişliğine.

Siyah tuşlardan yardım diliyorum bu sefer ; asla tozlanmaz asla kirlenmez onlar bilirim çünkü hep siyahtırlar , hep yarım vuruş eksik hep yarım vuruş fazladırlar.

"Beyazların arasında siz varsınız aramızdasınız , aramızı bulun lütfen!" diyorum. "Onlarsız yapamam." 

Boyun büküyor bana içlerinden biri , "Ancak re'nin bemolü do'nun diyezi olabilirim ben , do olamam asla." diyor.

Tuşların arasına giren tozlar var elimin ulaşamadığı , tırnaklarımın ucunu tuşlarım acımasın diye geçiremediğim. Tozlar ki , piyanomu piyano yapan o tozlar piyanomun addettiği. Eğiliyorum ve üflüyorum tozları defalarca ; gözlerime , burnuma kaçacağını ve alerjimi azdıracağını bilerek.

 "Bırak artık." diyor. Bırak.

Gözyaşlarım dökülüyor tuşların üzerine alerjiden mi sebebini asla bilemeyeceğim. Sarıların beyaza döndüğünü , kemiklenmiş tozların tuşların arasından inceden içeri aktığını hissediyorum. Daha derine , asla ulaşamayacağım asla dokunamayacağım yerlere uçuyor tozlar. Parlaklaşmış tuşlar burukça beyazlarken bana gülümsüyorlar artık. Ama ben onu tanıyorum , üflediğim tozlar ve kahverengilikler kadar eminim eskisi gibi olamayacağından.

Konuşmaya başlıyoruz sonra onunla. Sol elim tekdüze bir düzenle akor basarken sağ elim heyecanlı ve titrek melodiye kaptırıyor kendisini. Do diyeze geliyorum , sorgularcasına dokunuyorum ve burukça bir zorundalığın verdiği neşeyle titrek bir yarım vuruş çıkarıyor. Farkediyorum ; ama parçaya baştan başlamamak için devam ediyorum çalmaya.

"Eskiden baştan başlardın." 


Do'ya geliyorum sonra. Çıkmıyor ses. Duruyorum ve tekrarlıyorum bir tam vuruşu. Tuş yine sesini çıkarmıyor.

Sol elim duruyor. Akor basmam duruyor. Melodi duruyor.

"Unuttun beni." diyor.


Parçayı değil beni unuttun.

"Unutmadım." demiyorum. Sen benim bir parçamsın ; sonsuza dek sussan da , akorun bozulsa da ,  kırılsan da , yok olsan da , yansan da... Sen benim bir parçamsın.

Demiyorum.

O benim piyanom. Birbirimize hayat vermiştik biz. 2 senedir dokunmuyorum ona , evet ama...

Ona sitem etmiyorum. "Nasıl bilmezsin!" demiyorum. Hissetmiyor artık belli ki beni. Öylesine gözleri dönmüş , unutulmuşluğun onu ittiği çukur öylesine klostrofobisini azdırmış ki. Gözleri öyle kararmış , tozları öylesine yutmuş ki perdeyi açmıyor bile.
Çekiyorum üzerindeki örtüyü yavaşça her şeye rağmen , daha fazla tozlanmasın diye. Sonra izliyorum onu sessizce ; kaldırdığım kapağın üzerine örttüğüm örtünün arkasından beni görmeyeceği bilircesine.

Onu...

Tozları , kayboluşları , buluşları , sus'ları...

Parmaklarımı , ilhamlarımı , suçluluklarımı , mutluluklarımı...

Sevgileri , eskileri , sesleri , minörleri...

Bile bile ladesleri...

İzliyorum.

18 Kasım 2010 Perşembe

Arrival of the birds.

Bir ada düşlüyorum. Bir ada ki dokunulmamış , doğallığının yeşilinde ve içinde tükenebilen hiçbir şey yok. Hiçbir çıkarı , hiçbir çıkarımı , hiçbir neon rengi bünyesinde barındırmayan bir ada.

Bir ada düşlüyorum ben, içinde yalnızca iki kişi olan. Mutluluğun özünü ağaçlardan toplayıp denize atan iki kişi. Sağanak yağmurun altında durmaktan aldığı hazzı kumlarda koşarken olgunlaştıran.. Güneşin üzerindeki toprağın kokusunu buharlaştırmasına izin vermeyen...

Bir ada düşlüyorum ben, yalnızca "biz" olabildiğimiz her şeyi geride bırakabildiğimiz ve tropikalliğin abartısını hiçbir renginde barındırmayan... Masmavi ve durgun , altın ve parıltılı kumlara değil yalnızca uçurumlara da , dalgalara da  kayalıklara da sahip "gerçek" bir ada. Benlik takıntılarının ortadan kalktığı, dayatmaların muson yağmurlarıyla aktığı ve kirin yalnızca toprağın tenimizle buluşmasından kaynaklandığı.. Yağmurla, denizle, dalgalarla yıkanmış.. Yeşille , maviyle , bulutlarla , uçurumlarla bütünleşmiş.. Bir ada.

O adayı düşlemek istemiyorum. O adanın olmadığını biliyorum.

Cebimde nereden geldiğini bilmediğim yahut farkında olmadan gizlice getirdiğim bir kibrit kutusu var. İçinden çıkardığım kibriti her çakışımda , yağmurun yağması için delicesine dua ettiğim... Uçurumun kenarında durup o kibrit kutusunu dalgaların yuttuğunu hayal ettiğim.. Elime alıp atmakla atmamak arasında sallanırken her an düşmekten son anda kurtulduğum... Her an ayağımın tökezleyebileceği.. Her an ayağımı tökezletebilecek... Bir kibrit kutusu.

O adayı yok edememekten korkuyorum. O adada olamayacağımı, o adaya ait olamayacağımı bilerek yaşamaktan... Gidememekten... Dönememekten... Boğulmaktan.

O adanın sular altında kalmasından korkuyorum. Yahut elimde kalan tek kibrit parçasını kullanamamaktan. Yağmurdan.

O adadan...

Dalgalardan.

http://fizy.com/#s/1m860q

17 Kasım 2010 Çarşamba

Kız kulesi.

Bir martının kanat çırpışı kadar yaşama isteğimiz var aslında, en güçlü geçinenimiz bile bir noktadan sonra kendisini rüzgarın kollarına bırakıyor. Hayat bu mudur aslen yoksa biz mi gücümüzün tamamını tüketmek istemeyiz?

Hep bir yastık altı sabrı bırakır mıyız kendimize? Aptallık mı sayarız gücümüzü sonuna kadar tüketmeyi?

Bir martı ki kuvvetli bacaklarıyla zarif bedenini tek bir hamlede yer çekimine karşı üstün kılıyor. Bir martı ki karşı geldiği şey onu güçlendiriyor; ancak yerle buluştukça yorgun bedeni dinlenebiliyor. Olmak istediği yer gökyüzü belki ama sonsuza dek orada olamayacağının derin hüznünü kabullenmiş sanki doğuştan.

Durmalı , dinlenmeli ve nefes almalı eğer gökyüzüne karışmak, aidiyetini içinde hissetmek istiyorsa. Sonra karşı gelebilir yeryüzüne, usulca süzülebilir bulutların arasından ve razı gelebilir soğuk rüzgarlara. Gökyüzünde iken kanat çırpmayı bırakıp soğuk rüzgara kendini koyvermek onun için ayrı bir çıkmaz yaşadığı derin hazzın arasında.

Her şeye rağmen güneş de varsa , kız kulesinin üzerinde uçan martı kadar mutlusu var mıdır?

11 Kasım 2010 Perşembe

Olsun.

Sadece sevmek bu kadar zor olmamalı. Bu kadar yanlış olmamalı , doğru hiç...  Bu kadar temiz... kirli..
Olmamalı.
Olmamalı? - (-meli/malı) + (-se/sa) =
Olmasa.
Olmasın.
Olmayayım.
Olmayalım.
Olalım.
Olsun.

4 Kasım 2010 Perşembe

İstanbul'u sevmek.

İstanbul'u yazmak , bir kadını yazmak mıdır? Yoksa yorgun kollarıyla düşmeme çabasında olan olgun ve içi geçmeye yüz tutmuş bir meyveyi mi hayal etmektir? Bırak okumayı , sayfalarını çevirmek için bile gereksiz uzun bir kitap ya da bir kelimelik yaşam yeri geldiğinde. Çoğulcu bir anlayışsızlık yahut kör bir egoizm bakmasını bilene. Kollarımın kaldırma gücünü iyiden iyiye zorlayan bir kitabın sayfalarını çevirirken esen ince toz bulutunda saklı benim ümitsiz huzurum. Kendileştirmeden baktığım her sayfa numarasındaki parmak izlerinin görünürlüğü kadar kalıcı her biri. Aslında bakmaya cüret ettiğim kağıt yaprağının utancı kadar çekici yaşadığım her noksan saniyem. Kitap sayfalarını bırakıyorum parmaklarımdan yavaşça , elimden kaçırdığım saniyeler kadar umarsız şimdi hepsi.

İstanbul'u yazmak , zamanı yazmak mıdır? Yoksa ısınamayan köhpe bir kömür sobasına atılan nemli odun parçasının yarattığı hayal kırıklığı mı yalnızca? Hangisi daha cisimsiz ; kıyaslanamaz gidişleri hangisinin daha yıpratıcı , bilmiyorum.

İstanbul'u yazmak , ürkütücü değişimine rağmen kayıp gitmeyen ve sürekli yer değiştiren toz tanelerini mi yazmaktır? Yoksa sarı-turuncu yaprakların kahverengiye dönüşümünde gösterdiği kararlılığın toprağa karışma esnasında buharlaşıp nefes olması mıdır? Ciğerlerimizden geçen dumanın kaynağı izmaritin yaprakları tutuşturması kadar basit belki de.

İstanbul'u yazmak , her gün milyonlarca karıncanın üzerinde seyrettiği seyyar satıcıların marifeti yerdeki mısır koçanının günübirlikliğini mi yazmaktır? Yoksa yaşanmışlıklarını kanıtlama çabasıyla en az köklerinin yanıbaşında duran plastik şişelercesine kokan sadakat gösterisinin perdesini umarsızca çeken ulu çınarları mı yazmaktır? Derin bir intibaya göz kırpmak belki , tüyleri dökülmüş  ıslak bir sokak köpeğinin mevcudiyetini hiçlemek ya da.

Yenilmek midir sabahın kör vaktinde yeniçerilere mehter marşıyla , yanından geçen ötekiye "bre!" diye seslenip neşesine rakı dökmek mi? Gözlerini kapatıp mevcudiyetinin şarabını maviliğe akıtmak , esen soğuk yelin seni ısıtmasını beklemek belki.

İstanbul'u yazmak , Galata Köprüsü'nde göbekli bir balıkçının ağına takılan minik balığın bakışının gösterişsizliğini anlatmak mıdır? Yoksa balığa göz kırpan ince misinanın onu hayattan çekmesiyle balığın çaresizce sağa sola çırpınmasını izleyerek acıkmak mıdır sessizce?

İstanbul'u yazmak , çöp tenekesinden aniden fırlayıp çıkan bir kedinin ayağının aksaması kadar gerçekçi bir hayal kırıklığını yazmak mıdır? Belki bir emeklinin son maaşıyla gidip yaptırdığı altın diş kadar parlak hissiyatı. Belki de durgun denizdeki deniz kabuğunun çimento fabrikasında ezilip tuğlaya yapışması gibi gidişatı.

İstanbul'u yazmak , hiçbir zaman ondan gitmeyeceğini bildiğini bilmenin hüznüyle elinde bavulla gezmek midir? Yoksa bavulu ansızın bırakıp arkaya bakmaksızın dönüp gitmek midir? İstanbul'u yazmak bavulsuz gidebilmek midir?

İstanbul'u yazmak , kendini mi yazmaktır? En sevdiğin şairin kendini bulduğun şiirini buruşuk bir saman kağıdına yazılmış halde çöp tenekesinden çıkıp ahenkle rüzgarla dans edişini mi izlemektir?

İstanbul'dan gitmek , düşlerinden gitmek midir? Yoksa düşleri bırakıp ümit trenine bilet almak mı? Trende giderken hep otobüsün daha konforlu olduğunu düşünerek ağaçlara söz vermek mi? Eline alıp testereyi hışırtısından nefret ettiğin için kesmek ağaçları coşkuyla ; ama o mobilyalarda sefa sürememek yeri geldiğinde.


İstanbul'u sevmek , bir kabulleniş midir temelinde? Yoksa vefasız bir sohbetin devamının artçı depreme kurban gitmemesi ve prefabrikte konaklaması mıdır bir süreliğine?


İstanbul'u içmek , yazın ilk günlerinde boğazın sularına kendini atan çocukların yuttuğu kadar su yutmak mıdır zevksizce? Belki de kontrolsüz yansıyan güneş ışınlarının göz kapaklarını kapamaması için yalvarmaktır istemsizce.

İstanbul'a bakmak , dünyaya bakmak mıdır aslen? Yahut ışıksız bir gecede her yıldızın sırayla parlattığı kadar düşüncesiz bir sonsuzluktur gizlice.

İstanbul'u yazmak , sevmektir.

Sevmek , o ağır kitabı alıp sayfalarını çevirebilme isteğidir.

Sevmek , okumaktır o kitabı defalarca. Parmak ucuyla okuyup göz ucuyla okşamamak , bir kelimesine saatlerce kafa yorabilmek , parmaklarından kayan her sayfaya özlemle bakabilmektir.

Sevmek ; parmaklarınla gözlerini buluşturmak , İstanbul'a akıtmaktır.

30 Ekim 2010 Cumartesi

Kuzeyin martısı.

Başına buyruk bir huzurla rüzgara kendini kaptıran bir martının sadakatinde gizli ağlak bulutların saklı nemi. Titreyen her bir beyaz tüyün gösterdiği yönde ilerlemek özdeyişi , güneye gidişin sevinciyle kuzeyin terkedilmişliğinin soğuğunu kıyaslayan. Kuzey , soğuğunu daha çok hissettirmek için yalnızlığını üflüyor güneye , güneyin artık ne kadar sıcak ve kucaklayıcı olduğunu inkar edercesine. Güney ise hiçbir zaman kuzey kadar soğuk olmadığını bilircesine mahcup bir inkar peşinde.

Upuzun kanatları , balık kokusunun izinden giderken içinden geçen arzunun etkilediği kararsız deniz ile martılar uçuyor her yerde. Her kanat çırpışında mutlulukla açılıyor gagası kimi zaman balığını düşürmeyi göze alıp sahipleniyor gökyüzünü. Gözleri coşkuyla parlıyor , sebebini bilmiyor aslında ama güneye gitmek onun için öğretilmiş çaresizlikten doğan bezginlik belki de. Kaçarcasına açıyor kanatlarını ; itercesine açıyor , sahiplenircesine hatta özümsermişçesine açıyor. Nemli bulutlara değdiği her an ise onu aşağı çekiyor gibi , denize yakın olmayı seviyor ama boğulmaktan ölesiye korkuyor. Arkasından esen soğuk yel geçiyor her bir noktasından , aslında kuzeyden esen yelin onu güneye ittirdiğini ayrımsaması ise o ana denk geliyor.

Vapurlar geçiyor denizin üzerinden , martının yarattığı ufak şiddetli dalgalanmaların yanında çok büyük dalgalar yaratıyor vapurlar. Çok korkmuştu martı , vapurları görünce daha da arttı korkusu. İlk defa görmüştü ; ama nefret etmişti vapurlardan.

Sahi , neden nefret ediyordu vapurlardan? Sonu hiddetli dalgaların onu yutmasıyla sonuçlanacağı için mi? Denizin içindeki birbirinden lezzetli balıkların tadına hiç bakamayacağını ima edercesine ses çıkardığı için mi?

Hafiften atıştıran yağmura rağmen bir kadın oturuyordu vapurun kenarında. Tüm martılar selam veriyordu ona, tanınıyordu belli ki. Yüzüne düşen beyaza çalan sarı saçlarının ortasında duran gözlüklerini bulutlara gülümsercesine sildi kadın. Elinde ovalimsi , kahverengi ve kadının az sonra yiyecekmişçesine tuttuğu kese kağıdına sarılı şey vardı. Dalgınlıkla böldü elindekileri ve yukarıya , tam martının kafasının üzerine attı içtenlikle. İçinden gelen derin merak yığını tüm korku sisini dağıtmıştı martının , gagasıyla tek hamlede yakaladı ve tadına baktı.

Balık gibi değildi ; ama çok daha güzeldi. Kadın kokuyordu simit , vapur kokuyordu , yaşanmışlık ve gözlük kokuyordu. Dalgın bir özveriyle bölünmüş huzur kokuyordu , vapurun kulaklarını çınlatan sesini yağmurun yere vuruşuna çevirircesine.

Kuzey , rüzgarının şiddetini her saniye daha da azaltırken güneye yaklaşmanın farkındalığı gezindi martının sarsak bedeninde. Kanatlarını o kadar emin açamıyordu artık ; kuzey her yanını ürpertmedikçe, onu güneye düşünmeden itmedikçe daha da zorlaşıyordu işi. Deniz , bulutlardan süzülüp pullu bedenlerini aydınlatan ve her yana parfümlerini saçan balıklarıyla daha bir ölüm kapanıydı artık. Denize yaklaşmak zorundaydı , balıksız yapamazdı tek umudu ise o yaşlı kadındı. Onu bir daha görüp göremeyeceğini bilmeden geçen her saniye , güneyin sıcak ama dibe çöken havasını daha çok içine çekiyordu.

Arkasını dönüp kuzeye bakamazdı artık. Artık itmiyordu bile zaten , özünde penguenler ve ayılar da kış uykusuna yatmış olmalılardı.

Arkadan sesler duydu martı. Diğer martılar , sicim gibi dizilişleri yaydan fırlamış bir oku andırırcasına geliyorlardı. Her an sırayla birbirlerinin yerlerini almalarına ve birbirlerine duydukları sadakatin kusursuz eşliğine hayran kaldı.

Arkalarına sokulmak ve o işleyişin bir parçası olmaktan haz duymak istedi. O senfoninin bir notası , bir hissi olmak istedi.

Kimi zaman titrek bir nota oldu , kimi zaman sus işareti. Bazen kanadı seğirdi kontrolsüzce , bazen dengesini kaybetti düşüncesizce. Bazen ise sırasını şaşırdı şuurunu ararcasına.

Sürüsüz yapamazdı martı. Balıksız yapamazdı. Sıcak olmadan , güneş olmadan yapamazdı.

Ama vapur... O yaşlı kadını bir daha görmek için hepsini yapabilirdi.

Simit için yapabilirdi. Onu başka bir martının gagasından çekercesine gösterdiği atiklikle gagasının arasına sıkıştırmak için , bir daha onu ağzında hissedebilmek için , o lezzeti bir daha yakalayabilmek için yapabilirdi. Gözlük için yapabilirdi , bulutlardan düşen damlayı gözlükle buluşturan rüzgar için yapabilirdi.

Kuzey için yapabilirdi.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Uyumsal sonsuzluk.

Zihnimdeki tek görüntü hangisi olduğunu kestiremediğim "o" parıltı.

Tam tepemde olan güneşin boynumda , saçlarımda kısaca bedenimin her noktasında egemenliğini kabul ettirdiği öğle saatlerinde ; gözlerim aceleci gözlemciliğiyle yakalayabildiği her görüntünün fotoğrafını çekmeye çalışadururken zihnimin bağımsız öbür yanı burnumla işbirliği içinde kentin kokusunu sindirmeye çalışıyordu. Güneş ise bu uyumsuz birlikteliğin ahengini sınarcasına bedenimde ısrarla , izinsiz fakat kibar bir şekilde dolaşmaktaydı. Derken onu gördüm. Onu.

Beynimi böylesine uyuşturan , kendimi kaybettiğimi sandığım anda yaşadığım derin boşluğu varlığıyla sonsuza kadar söküp aldığına beni aniden inandıran şey. Sonsuzdu , maviydi alabildiğine ve güneşindi. Birbirlerinindiler , başsız ve sonsuzcasına. Her buluşmaları bir parıltıydı benim yalnız görebildiğim , güneşi engellemeye yarayan korumalı siyah camlı güneş gözlüğümün siyah camlarının bile ihtişamını engelleyemediği.

Oraya oturdum öylece ve bir tepki vermem gerektiğini hissetmedim. Hayatım boyunca belki de içime çekebileceğim en tasasız nefesti aldığım. Gözlerimi açtığımda , ağız dolusu gülümsememi öylesine yaşıyordum ki civardaki insanlar üzerinde sebepsiz gülümsememin bıraktığı intiba o anda en son ilgilendiğim şeydi.

İçine çekercesine ama mesafeli sınırsız bir mavilik , bir yap-bozun parçalarıymışçasına  -mükemmel deyişinin bile niteleyemeyeceği- uyum ve hiçbir fotoğraf makinesinin ölümsüzleştirmeye cüret edemeyeceği kadar eşsiz. Ayakkabılarımı aniden gelen heyecan dalgasıyla fırlatıp attım , yanımdaki doğuştan güneşle barışık yanık teniyle balık kokan çocuklara aldırmadan koştum ve bir parçası olmak istedim o eşsizliğin.

Ayağımı okyanusla ilk buluşturmamda ise güneş çekildi sanki aradan. Evet , ayağımı suya temas ettirdiğim yer okyanusun öbür bölümleri kadar mavi görünmüyordu artık dahası gözlerimi almıyor , ışıldamıyordu. Sonra farkettim suya gölgemin vurduğunu , güneşin bana farkettirmeden çekip gittiğini ve arkamda durmuş rahatsız etmeden beni süzdüğünü ama acıtmadığını.

Kendimi "o" eşsiz uyumu kendi egoları uğruna fütursuzca bozup daha sonra hayatını bozduğu uyumu düzeltmeye adayan biri gibi hissettim.

Kendimi ; uyumları , düzenleri , canlıları , ormanları başındaki şapkasıyla uyumlu kahverengi bir iğrençlik kokan gülümsemesiyle bozan bir beyazmışım gibi hissettim.Veyahut arkadaki güneşle doğuştan barışık , iğrençleşmeden kahverengileşmiş ve içindeki beyazlığı anlamak için -beyaz tutmak için varını harcadığı- yapma dişlerine değil gözlerinin akına bakmanız gereken çocuklar. Uyumun farkındalığı onları uyumun bir parçası olmaya itiyor belli ki , balık kokan bir saygıyla.

Yanlarına gittim , gülümsedim. Fotoğraflarını çekip ülkemde hava atmak için bir izin niteliğinde algıladılar gülümsememi. Önyargılarını garipsemedim , asla onlar gibi olamayacağımı ve onların da beni asla kabullenemeyeceğini de o zaman anladım.

-"Eylül!"

Sonsuz uyumun yaşattığı huzuru son kez tadacağımın bilincinde , son defa daha baktım okyanusa. Ertesi gün yaklaşacak olan fırtınada görüntünün nasıl değişeceği zerre umrumda değildi.

Fas'lı balıkçılar , o saf bir yıllanmışlık kokan kent , şubat ayında yaşadığım o yazdan kalma güzel gün... Sonsuzlukta bir parıltı... Okyanusa bakarken gördüğüm son parıltının hangisi olduğunu kestiremediğim gibi... Okyanusa arkamı döndüğüm gibi... Arkamı dönerken güneşin arkamı güvenle ısıtıp beni bırakmaması gibi...

17 Ekim 2010 Pazar

Anybody here?

Uzun , haşmetli ve derin oymalarındaki tozla bütünleşmiş olarak hayal etmişti o kapıyı hep. Oysa ki yarı kırık , neredeyse dümdüz ve "Açıl susam , açıl!" nidasıyla korkup kendiliğinden açılacakmış gibi görünüyordu. Ona dokunurken , en derin motiflerindeki tozları tek tek yerlerinden kaldırırken her birini son nefesiymişçesine içine çekmeyi ummuştu hep. Karşısındaki kapının düşündüğü gibi olmamasının onda hayal kırıklığı yaratmamasına ise şaşkınlıkla gülümsemişti adam. Ellerini en ufak bir darbesiyle kırılacakmış gibi duran kapının üzerine koydu yine , tereddüt edeceğini sanmıştı bir an için ama o kapı hayal ettiğinden daha güzel göründü bu sefer gözüne.

Onu ittirmeye dayanamazdı ; ama hikayenin gidişatına duyduğu merak göreceği rüyanın akışındaki olası değişikliklerin habercisi olan kapıya duyduğu sevgiye baskın geldi. Ellerini son bir kez daha gezdirdi buruk kahverengi kapının üzerinde , en güzel hediyeler küçük paketlerin içindedir hep , düşüncesini dizginleyerek kapıyı bir anda olsa aşağıladığı için kendisinden iğrendi. Yavaşça ittirdi kapıyı adam ve kızgın bir toz bulutunu adamın yüzüne çarparak trajik bir biçimde yere kapaklandı kapı. İçeriye ilk adımını hangi ayağıyla atacağını planlamamıştı ama içerisinin gizemi öylesine baskın gelmiş ve ele geçirmişti ki bedenini ayağını atabilecek tutkuyu bile daha sonraki saniyelerde bulabildi içinde.

İnce , soyulmuş ve grileşmiş bir zamanlar beyaz olan duvarlar ve yere dağılmış bir çok kuru çiçek eşliğinde salonda kapının en yakın dostuymuşçasına sitemle ona bakan masa karşıladı onu. Masa gözlerini dikmiş adamın uzun , ince silüetine ve titreyen ellerine bakıyordu. Utançla başını öne eğdi adam , kurumuş çiçeklerle göz göze geldi. "Beni takip et!" diye sesleniyordu sanki her biri. Masa , ona hemen buradan gitmesini söyledi ama çiçekler o kadar buyurgan ve davetkardı ki adam bu daveti geri çeviremeyeceğini anladı.

Kendini bildi bileli yalnız geçen yaşamında , her gece yanında uyuyan yabancı kadına bakarak "o" olduğunu hayal ettiği kadının burada olduğuna öylesine emindi ki. Seneleri "o"nu aramakla aramamak arasındaki denize bakan uçurum benzeri çelişki evresinde geçmiş ve korkudan bir seçim yapamamıştı. Neden korktuğunu kabul etmediği için "bilmiyor gibi" yaparak kendisini oyalamayı adet edinmişti aslında , yabancı biriyle aynı evi paylaşıyordu , yaşamını onunla geçiriyordu.

Aslında aradığının "o" olmadığının en başından beri farkındaydı. Önceleri bir iki denemesi daha olmuştu ama "o"nu aramakla bulamayacağını bildiği için gecelerini yanında yatan yabancıya bakarken "o"nu hayal ederek geçirmişti hep .Gözleri , burnu , yastığa dağılmış saçları kesinlikle yanında yatan kadına ait değildi , buna emindi. Ama bu sefer "o"na çok yaklaştığını hissediyordu , sanki bir ince perde vardı arada ve adam aradığı perdeyi az önce incittiği naif kapının ardında bulacağına emin gibiydi. Davetkar ve işveli çiçekler çıkardı onu dalgın hülyalarının getirdiği boşluktan.

Koridorda yankılanan ayak sesleri kulağına o kadar gürültülü gelmişti ki adamın , "o"nu korkutup kaçıracağını sandı bir an. Uzun , dar koridorda yavaş ve tereddütlü adımlarıyla ilerlerken ; beyaz tül perdelerin usulca dalgalandığı ve ince bir ışık huzmesinin perdelerin arasından sakince yayıldığı en uçtaki odayı gördü.

Odaya girmeden önce boğazını temizledi , aldığı nefesi veremeden yutkunmaya çalıştı ve tüm cesaretini örgütleyip titrek sesini yenmesi için beynine emir gönderdi.

 -"Anybody here?"

İki saniye kadar durakladı adam. Birinin orada onu beklediğine ve ona cevap vereceğine o kadar emindi ki , gözyaşlarının usulca gözlerine dolmasını engelleyemedi.

Titrek bir adım attı , belli ki duymamış olmalıydı çünkü orada olduğuna emindi. İnce ışık huzmesinin huzurla yayıldığı odada dalgalanan ince , tül perdelerin önünde tek görebildiği şey ; toz bulutunun endişeye mahal vermeyecek şekilde sahiplenerek grileştirdiği beyaz yatak ve yatağın üzerinde duran ışık huzmesinin hafiften göz kırptığı iki yastıktı.

Dolan gözlerindeki yaşları tutabilecek mecali yoktu adamın , titreyen bacaklarına söz geçirebilecek nitelikli komutanlarının tümü de gözlerinden süzülen tek damla yaşla onu terketmişti. Kapattığı gözlerini ucuna oturduğu yatağın karşısındaki motiflerle süslenmiş , ceviz ağacına kaktırılmış boy aynasının önünde açtı. Pencereden izinli , perdelerin arasında kendisine güvenle süzülen ışık huzmesi adamın yüzüne çarptı bu sefer.

Adam aynada ne kadar zavallı göründüğünü düşünmeye çalıştı ; ama yapamadı.

 -"Anybody here?"

 -"Yes."

Kafasını boynunu kıracakmışçasına heyecan dalgasına yenik düşerek hızla çevirerek etrafına bakındı adam. Telaşla yerinden kalktı , ona yol gösteren cazibeli kuru çiçeklerin üzerine dikkat etmeksizin basarak sesin geldiği yönü kestirmeye çalıştı.

 -"Anybody here?"

 -"Yes."

 -"Yes!"

Aynanın karşısında gözleri yuvalarından fırlayacakmışçasına durdu adam. Yatağın üzerinde bir kadın oturuyordu , perdenin arasından süzülen ışık altın rengi saçlarını okşuyordu , bal rengi gözlerinden yayılan mutluluk beyaz tenine akıyordu. Bembeyaz , perdeyle uyumlu tülden bir elbise sarmıştı ince bedenini  ve yana eğdiği başını normal hale getirip gülümsedi.

 -"Yes!"

Yıllardır tuttuğu gözyaşları sanki aynı anda hücum etmişti gözlerine.

Etrafına bakındı , ama "o" yoktu.

 -"Yes."

Hayatında hiçbir kadında göremeyeceğini bildiği bir şekilde gülümsedi kadın. Dünyanın kabul , insanların tahammül edemeyeceği şekilde gülümsedi.

 -"Yes."

Yeniden yatağa yığıldı adam.Gözleri aynaya kenetlenmişti ve artık hiçbir şey umurunda değildi.

Artık hiçbir şeyin önemi kalmamıştı.

Ayağa kalktı kadın. Usulca adamın yanına oturdu. Başını adamın omzuna koydu.

Elleriyle gözlerini sildi adamın. Adam ise yalnızca aynaya bakıyordu. Sonsuza kadar burada , bu ayna karşısında , bu odada oturabilirdi.

Ama oturmayacaktı. Ayağa kalktı adam.

-"Anybody here?"

Kimse yoktu.

-"Yes."

Kimse yoktu. Olmamıştı , olmayacaktı.

Tekrar aynanın karşısına geçti adam. Kadın elleriyle yüzünü okşadı , gözyaşlarını sildi adamın.

 -"Yes."

Gözyaşları artık adamı terketmiş gibiydi. Kulağına eğildi kadın ve fısıldadı.

 -"Yes."

Ve adama sarıldı. Adam gözlerini aynadan ayırdı. Kadının tam kalbinin üzerinde atan kalbini hissetmemek istedi. Hayal olduğuna inanmak istiyordu.

 -"Yes!"

Ayağa kalktı adam. Yatağa gözlerini dikti. Cebinden bir not çıkardı ve notun içinden kurumuş bir çiçek sıyrılarak yastıklardan birinin üzerine düştü. Cebinden çıkardığı notu yatağın üzerine bıraktı.

Son bir kez daha aynaya baktı. Kadın adamın bıraktığı notu aldı.

-"Anybody here?"

Kadın başını öne eğdi.

Naomi - Anybody here?   http://fizy.com/#s/1lt178

15 Ekim 2010 Cuma

Grinin tonlarını klişeler havuzuna attım ben.

Eğer siyahı gri görmek istersen , gri görürsün ama içten içe hep onun hep siyah olduğunu bilirsin.

Ama beyazı siyah görmek istersen , siyah görebilirsin. Koyu gri görmen onu siyah kılıfına sokmanı engellemez.

En zoru ise grinin tonuna karar vermektir. Hep iyi gördüğünüzden , en doğru tonu seçebildiğinizden emin olmak istersiniz.

Griyi beyaz göremeyiz. İstesek bile göremeyiz. Ancak siyah görebiliriz , haklı sebeplerimiz de vardır.Çünkü siyah , beyazı daha rahat egale edebilir.

Griye siyah diyip kabullenmek ise işin kolay yönüdür. Zaten içinde siyah olduğunu biliyorsun , değil mi? Az biraz beyaz olmuş , o da işin renkli kısmı.

Esasen bir renk uyumu yakalamak çok gereksiz. Beyaz veya siyah kılıfına sokup grinin tonlarıyla uğraşmamak gerek. Açık gri , koyu gri , siyaha çalan gri...

Gereksiz gerçekten de.

10 Ekim 2010 Pazar

Güneşin Yeşilliği

İçinde boğulacakmışım kadar büyük , atlasam pamuksu bir yüzeye düşücekmişim hissiyatını yaratan naif mavilik... Uçsuz bucaksız , altın ışıltıları eşliğinde gözlerimi alan güneşi içine alabilecek kadar büyük hem de. Kokusu burnuma geliyor çimenlerin , ıslak ve öz olduğunu farkediyorum yeşilin. Beni çekiyor gökyüzü , beni çekiyor bulutlar , zıplayarak birinden diğerine atlayabileceğimin sözünü verircesine.

Uzatsam elimi tutabilecek kadar yakın ; ama o uzak kalmayı tercih ediyor. Bunu bildiğim içindir ki uzatmıyorum elimi maviliğe , yeşile dokunuyorum çimenlerde geziniyor ellerim. Derken hayallerim geliyor aklıma , uçağa benzettiğim bir bulut geçiyor önümden ve diğer bulutun pürüzsüz pistine iniş yapıyor. Bir diğer bulut -sakallı Noel Baba'nın ren geyikleriymişçesine- dünyanın dönüş hızıyla paralel batıya yol almakta.

"Beni de al!" diyorum.

"Beni de al!". Ama duymuyor beni.

Hafif bir esinti geziniyor tenimde , göz kapaklarım kapanıyor ve izin veriyorum görüntünün zihnimde yer etmesine. 13 sene öncesini hatırlıyorum , 3 sene öncesini... 43 yaşında olduğumu ve hala bulutlara baktığımı görür gibiyim... Ellerimin hala yeşilde gezindiğini , güneşin hala beni baştan çıkarıp maviden vazgeçirebildiğini... Ellerimi uzattığımda bulutların ellerimi tutmadığını , havada kalan nemli ellerimdeki su damlacıklarının yüzüme damladığını... Görür gibiyim...

Gözlerimi kapasam , mavilikteki bir uçak geçse zihnimden... Noel Baba gelse çat kapı , şömineden çıkarsa beni... Açsa perdelerimi , karanlık odama mavi bir ışık dolsa... İçime dolsa mavi , yeşili akıtsa gözlerimden...

Çok mu mavi olurdu?

25 Eylül 2010 Cumartesi

Hayatın Şıkları

Bir cumartesi akşamı... Hiddetli yalnızlıklarla dolu kornoların sokakları doldurduğu , aceleci kaybedişlerin umursanmadığı bir cumartesi akşamı. Yarışan kahkahaların hangisinin daha itici olduğu meçhul , nazirenin sahibine ulaşıp ulaşmadığı da öyle. Kaldırımlarda yankılanan topuk seslerinin , kapı gıcırtıları ve hayali fısıltıların buharlaştığı köhne bir yolda gözlerini alkollü gençlerin yarıştığı ana caddeden ayıramayan biri oturuyor sessizce yıkık bir apartmanın girişinde. Belli belirsiz bir gülümsemenin yayıldığı simasına bakan eski bir Kemal Sunal filminin yansıtıldığı bir perde arayabilir karşısında belki ama bunlara gerek yok. Ne benliğini özgürleştirme kisvesine bürünerek aptal taklidi yapanlar görebilir o gülümsemeyi ne de ayakkabısını bağlamak için şöyle bir durup etrafına bakanlar. Görünmezlik pelerinini satmamaya ise kesin kararlı.

Yüzündeki küçük ifadesizliğe , sımsıkı kapanmış dudaklarına rağmen kızarmış ve titreyen gözlerine bakmak ise az da olsa anlatıyor yaşadığı kederi. Kışın en soğuk günlerinden birinde , delik ve eski bir battaniyeye düşüyor bir damla. Gözleri mi daha kederli yoksa kendisinden daha sıkı sarındığı battaniyesi mi bilmiyorum. Tek bildiğim bir şey var , o da yardım istemediği. Bakmadığı gözlerini kaçıramaz zaten yapmacık bir hüzünle.

Soğuktan kıpkırmızı kesilmiş elleri daha bir kavrıyor kadim yol arkadaşını. Kanayan elleri ile gözlerini siliyor , elleri gözyaşlarıyla mı ısınıyor yoksa kederiyle mi uyuşuyor karar vermeksizin. Onu görüyorum ama yoluma devam ediyorum her zamanki gibi , "öldürmeyen şey güçlendirir" zihniyetiyle. Sonra duruyorum ; çünkü o farklı.

O farklı çünkü tercihlerini yapmış ve sonuna kadar arkasından gitmiş. Yaptığı tercihlerinin sonuçlarını yaşıyor , faturasını kimseye kesmeden , fiş almayarak indirim istemeden. Günahıyla sevabıyla , eğrisiyle doğrusuyla , güzeliyle çirkiniyle kendisinin , benliğinin ve seçimlerinin tam tamına arkasında. Kafasındaki uğultuları elinin tersiyle itmiş çevresindekilerin camdan önyargılarına çarptırarak onları kırmıştı sanki. Titreyen ellerini birbirine kenetledi. Sızlayan parmaklarını ısıtan tek el kendi eliydi yine. Ne ojeli eller kaymıştı o ellerden , ne çok parmak kenetlenmişti vakt-i zamanında hatırlamıyordu. Zaten artık pek bir önemi de yoktu.
Tek bildiği şey kendi yol haritasını kendi çizdiğiydi.

Başkasının çizdiği yol haritasında istemediği yollardan çıkacaksa kırmızı başlıklı kızın anneannesinin evine , o kendi çizdikleriyle zalim kurdun tam yanıbaşına gitti.

Bir parça çamur sıçradı yaşlı adamın yamalı ve delik battaniyesine. Aniden duran büyükçe bir arabadan yayılan far ışıkları gözlerini aldı yaşlı adamın , alışık değildi yorgun gözleri onca karanlıktan sonra bu kadar parlaklığa. Hışımla açılan kapıdan kısa , esmer , tıknaz bir kız indi ve açtığı gibi kapadı büyük siyah kapıyı ardından. Ufak bir tartışma yaşandı sonra , kızın mutsuzluğu yüzünden yere damladı ve yamalı , delik ama temiz yorganını kirletti yaşlı adamın. Yaşlı adam sustu , gözlerini parlak far ışıkları almıştı önce o ışıklara alışmalıydı. Tiksinti dolu bir acıma duygusuyla kıza baktı ve baştan aşağı yitip gitmiş hayatını düşündü , ardında bekleyenleri , makyaj dolu yüzünden akan saflığı düşündü. Kız ise aklındaki 1001. şey kızmış gibi duran oğlana kesmeye çalışıyordu faturayı ; ama oğlanın fatura kullanıyor gibi bir hali yoktu. Hatta oğlanın o sırada orada ne yapıyor olduğu hakkında da bir fikri yoktu. Tek istediği kızı faturasız yerine iade etmekti ama bunun artık mümkün olmadığının o da farkındaydı.

Çocuk kıza artık gitmesini istediğini söyledi. Kız neden orada olduğunu bilmeksizin ağlamaya başlamıştı. Gözyaşları yaşlı adamın ayağının dibine düştü. Çabucak çekti adam ayaklarını oradan.

Kız gitmemekte ısrarcıydı.Neden gitmemesi gerektiğini bilmiyordu.

Bir haritası yoktu kızın. Yolları , yönleri , tabelaları , ikaz ışıkları yoktu.

Aslında seçimleri yoktu kızın. Seçimlerinden doğan sonuçları yoktu. Sonuçlarına katlanabileceği seçimleri yoktu.

Neyi seçtiğinin farkında değildi çünkü.

Seçimlerini yaşayamıyordu kız. Seçimlerini yaşamıyordu. Kimin söylediğini hatırlamıyordu , artık bir önemi de yoktu onun için. Çünkü artık onun için seçmek , a'yı b'yi c'yi seçmekten ibaretti. Artık onun için seçim yapmak test sorusu cevaplamak gibiydi. O kadar alışmıştı ki "portakalı soydum baş ucuma koydum..." diyerek cevaplamayı sorulara , neyi seçtiğinin bile bir önemi kalmamıştı onun için. Tek bildiği her şeyin bittiğiydi. Artık her şeyin sona erdiğiydi.

Ertesi sabah havalandırma boşluğunda bulundu kızın cansız bedeni. Ya da önceki gece kafası gitar kutusundan çöp tenekesine yuvarlandı. A seçeneği buydu. Yanlış seçeneği seçmişti. Kimin seçtiğini bilmiyordu ama artık kodlamıştı bir kere.

Ne dersiniz belki eskiler haklıdır , test olunca "oley!" nidaları atmamak , cevabı ilk söyleyenin söylediği şıkkını kodlamamak , yanıtı bilmeyince "boş bırakmak" gerekiyordur.

Kim bilir belki sonuçsuz da olsa yorumlamak , en azından "doğru adımlarla sonuca giderek" gidiş yolundan puan alabilmek mümkündür.

Sahiden , 3 yanlış 1 doğruyu götürür mü hep?

Yoksa 1 yanlış tüm sınava mal olabilir mi?

2 Eylül 2010 Perşembe

Yazgının kabullenilişi.

Gökyüzünden süzülen bir kelebek , ince bir ışık huzmesini içinde barındıran. Yahut bir damla hüzün bulutlardan yüzümüze damlayan. Yeni açan çiçekler , naifliğinin zirvesindeki papatyalar , nazlı gelincikler... Yere düşen yapraklarının sesini duyar gibiyim , geçtiğini , bittiğini görür gibiyim. Seni var eden ışığa yüzünü döndüğünü hissediyorum , doğaya boyun eğişin , ona sorgusuz bağlılığın ve senden sonra gelenlerin döngüsünde yalnız bir basamak olmayı kabullenişin beni sana bağlayan. Öncesi ve sonrasındaki sicim gibi dizilişte tek nokta , tek sıra olmak. Pişman olmadan , düşünmeden , bir öncekinin kendini feda ettiği gibi kendini feda etmen umarsızca ve bunu dolu dolu yaşaman beni hayrete düşüren.

Boyun eğmek bir vazgeçiş midir , bir terkediş mi? Güçsüzlük emaresi mi yoksa içten bir özgüven mi?

Gökyüzünden süzülen bir kelebek , ipince. O kadar güzel o kadar güzel ki... Daha güzel olamaz diye düşündüm , hava kararıp ayaklarımda can verene kadar. Kitabımın sayfasında saklı şu anda , ama güzel değil artık o kadar.

Ama ne kadar güzel olabildiğini hatırlıyorum. Ne kadar güzel olduğunu.

Yalnız ben hatırlıyorum. O yüzden hala güzel.

Ölmeseydi ayaklarımın dibinde , çalmasaydı gözlerimi kanatlarına saklayıp götürmeseydi dünyadaki milyarlarca kelebekten biriydi güzelliği. Ama o ölümünü benden saklamadı.

Gözlerimin önünde vazgeçti. Hayatından vazgeçerken cesurdu. O yüzden güzel hala.

Hayal kırıklığı yaşayan bir gelinmişçesine boynunu büken gelincikler , kendi istekleriyle tac olmaktan sevenleri memnun etmekten vazgeçen papatyalar ve kelebek. Vazgeçiş gücünü içinde bulan neden inkar etmez yazgısını? Yazgı mıdır boyunlarını eğdiren , neden direnmezler?

Biz neden direniriz? Neden hep güzel olmak isteriz?

Neden vazgeçmeyiz?


28 Ağustos 2010 Cumartesi

Mutluluğun resmi.

Midesinden hızlıca göğsüne yükselen , kalbinden geçip tüm bedenini sarıveren şeyin peşinden koşar insanoğlu ömrü boyunca. Ne olduğunu bilemez , bir tahmini olsa da emin olmakta bocalar. Tek bildiği midesinden kanatlanıp kalbine akarak tüm vücudunu saniyeler içinde saran ve asla ne kadar süreceğini bilemediği , vücudundaki her hücreyi ahenkle dans ettiren o duygudur. Beyninin tasarım çekmecesini açar ve karıştırmaya başlar dağınık bir fotoğraf öbeğiymişçesine , daha da dağıtır , kararsızlıkları içinde boğulur ama hangi fotoğrafın daha net olduğundan hiç emin olamaz.

Kimi zaman bir çikolata parçasıdır tek istediği yahut son model bir araba. Belki bir heykeltraşın sihirli ellerinin dokunuşlarından yaratılmış kadar güzel bir kız , belki dökümleri bile eline sığmayan bir banka cüzdanı...

Bazen yüzük parmağında gururla taşıdığı 5 karatlık elmasın parıltısıdır gözlerinin rengi bazen ise evlerinin önündeki masmavi denizin üzerine doğan güneşin ışıltısıdır.

Bazısı için sabah kalktığında hala yaşıyor olduğunu hissetmektir hastane koridorlarında -ertesi günden hiç emin olamayacak olsa da- bugünü için şükretmektir. Bazısı için ise uğruna dünyayı değiştirebileceğine inandığı çocuklarının bir içten gülümsemesidir.

Haftalarca çalıştığı sınavının çok iyi geçmesi , suratsız patronunun dengesiz fikirlerini bir günlüğüne askıya alıp seni terfi ettirmesi , hayatını adamış olduğun film yıldızının seni farketmesi...

Tek isteğimiz bizden izin almaksızın midemizden kalbimize yol alarak tüm bedenimizi ele geçiren , içimizde hissettiğimiz her saniyesinde daha da uzun sürmesini şevkle ümit ettiğimiz şeydir. Ayak parmaklarımız ile ellerimizi kenetleyen , omuzlarımızı boynumuzla kavuşturan ve elbette ağız kenarlarımızı kulaklarımızı tanıştırmaya istekli "o" duygu...

Yeni doğmuş bir bebek için annesinin kokusudur güvende hissettiren , onu gülümseten , sımsıcak sarıp sarmalayan. Tasarımları , fotoğrafları , başkalaştırmaları olmayan sorgusuz sualsiz ve güven dolu bir bebek mutluluğudur hayatımız boyunca aradığımız. O koku , o parıldayan gözler , o ses , o sıcaklık , o aitlik...

İlk fotoğrafımız hazırdır artık ilk mutlu olduğumuz an , ilk gülümsememiz , ilk ait oluşumuz.

3 yaşında çikolatadır , 7 yaşında evcilik oynamak , 10 yaşında ilk aşık olduğumuz kişi...

Hızla biriken fotoğraf albümlerimizi bölümlere ayırma vakti gelir ansızın , yaşadığımız çevre , alışkanlıklarımız ve düşüncelerimiz ayraçlarımız olur böleriz fotoğraf albümümüzü tereddüt etmeden.

İstediğimiz fotoğraflar da değildir artık , istediğimiz yalnız "o" fotoğraftır. O ışık , o netlik , o açı , o karedir. Hayatımızı o kareye yönlendiririz , o resmi elde etmektir artık başarı algımız. Kimi yabani bir yol tutturur kendine , kimi için temiz bir otobandır resme giden. Bazımızın bacaklarını çizer asi dallar , bazımızın ise saçlarını okşayarak hedefe meyiller onu esen rüzgar. Yorulanları , durup etrafını kollayanları veya aslında gitmek istedikleri yolun sonunun o resme çıkmadığını farkedenleri , normları olmadan yaşayamayanlar ittirir bu sefer. Bazı meraklı "kalıpçılar" ise tutuverir onları , kendi yanlışlarının , kendi bastırılmış isteklerinin önüne geçirmez engel olur adeta sahiplenirler.

Durup soluklanırken kendimizi etraftan soyutladığımız zamanlarımız da olur , ne istediğimizden emin olamadığımız , ne yapacağımızı bilemediğimiz. Ama artık fotoğraf albümlerimiz doludur ve hangisinin doğru kare olduğunu bilemeyiz.Dahası artık o fotoğraf karelerini hangi çekmecede sakladığımızı bile hatırlamayız. Tesadüfi bulsak bile artık o fotoğraflar çekilirken ne hissettiğimizi , ne düşündüğümüzü anımsamayız.Yalnızca elimizde fotoğraflar başkalarının ağzından konuşuruz , ne anlattığımızı bilemeden.

Fotoğrafların artık biz olmaktan çıktığını , sırf başkaları için o fotoğraf karelerini ellerimizde sallamaya devam ettiğimizi farkedebilmemiz ise ya en yakınımızın gidişine ya da yolumuzun hastaneye düştüğü günlere rastlar genelde. Kısa bir şükrediş sonrası yine kavrayıveririz uğruna hayatımızı adadığımız kağıt parçalarını.

Gün olur , o fotoğraf karelerini yaşarız. Bekleriz ki "o şey" midemizden kalbimize yol alsın , tüm vücudumuzu sarsın. Bekleriz ama yoktur.

Ya da o fotoğraf karelerini yakarız terli ellerimizle aniden , kalbimiz ağzımızda. Hem de "iyi ki yaktım"larla.

Sadece midemizden kalbimize yol alan , tüm bedenimizi ele geçiren , ellerimizi karıncalandıran histir beklediğimiz. Gülümsemektir , içinde bulabildiğindir , bırakıp kaçmakla unutamadığın , aradığında bulamadığındır. Mutluluktur , başkasının göremediği ama paylaşmak istersen daha da çoğalıp , ellerinle kavrayamadığın halde bir anda tüm çevreni sarandır. Bir sebebe bağlı olması gerekmediğini farkedebildiğin anda başlayan ve artık hiç bitmeyecek olandır.

27 Ağustos 2010 Cuma

Lütfen beni anlamasan da anlarmış gibi görün.

"Çünkü beni anlamıyor!..."

Hafif alaycı , üzerinde sakil duran güveni ile egolarını savurdu yüzümüze. Severdim onu az çok , "yollarımız ayrılsa da gönüllerimiz birdir hep" diye bahsedebildiği az sayıdaki özel insanlardan olduğumu söylerdi. Yanında olanların hep ayrıcalıklı , özellikli olduğundan söz eder insanların "özel" olup olmadığını kendisini anlayabilme durumlarına göre derecelendirirdi. Puan eşiği de pek düşüktü , hafiften boyna meyleden bir çene ve "tabi , bence de!" nidalarını yeterli görürdü. Hep anlaşılmak isterdi , insanların onu anlayamadığından yakınır "kahrolası komplike bir marjinal" olduğunu söylerdi. Biz ise burukça gülümserdik , gözlerimiz devrilmesin diye destek olması için birbirimizin gözlerine dayanırdık. Ama her şeye rağmen severdik onu , yaşamındaki tüm terslikleri kendi karakterine ve anlaşılmazlığına bağlaması gülümsenesi bir ilkokul saflığı kokardı çünkü. Kendi mükemmelliği ile o kadar meşgul idi ki en karmaşık denklemlerin çözümü bile x'in kendisi çıkardı , o x'ti çünkü.

Ona hiç x=x bir sonuç değil sağlamadır demedim , diyemedim.

"Çünkü beni anlamıyorsun!" dedi bana bir gün.

"Değiştin sen , beni anlamak istemiyorsun. Umursamıyorsun!" dedi. Ona aslında iki taraflıymış gibi yürüyen ama yalnızca tek tarafın elindeki pamuk ipliğine bağlı ilişkimizden söz etmedim. Onu onaylamadım bu sefer , taşmak üzere olan gözlerinden alıp boş gözlerime doldurmadım. Artık buram buram tebeşir ve tahta sıra kokan saflığına katlanamadım , çok sinir bozucuydu bu sefer. İçimdeki Don Kişot'a dur deyip onu sarsma isteğimi dizginledim ve gülümsedim.

"Artık seni anlamak istemiyorum." dedim. Sadece öylece baktı boş boş , yüzünün 10 sene sonraki ifadesi ile bu hali arasında bir kaç kırışıklık dışında hiç bir fark olmayacağını düşündüm.

"Hem unutma, seni senden başka kimse anlayamaz." diye ekledim.Hayat garip deja-vulardan ibaretti gerçekten de. Bugün bana , yarın sana.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Düşünmüyorum çünkü düşünüyorum.

Bazen en kötü seçenektir düşünmek. Düşündükçe işin içinden çıkamazsın , boştan alır doluya koyarsın , görecelerinin göreceliğini yoklarsın. Hatta gün olur yoklayamazsın , emin olamazsın çünkü sana ne kadar sadık olduklarından. Gün olur bir bakmışsın görecelerin bir hoşçakal öpücü vermeden kaçıp gitmiş sen ise Fatih Erkoç misali ellerin bomboş kalmışsın. O yüzden bazen kabullenmeli ve yalnızca seçmeli birini , yanlış yapmış olmak düşünüp sonuca varamamak kadar yormaz hiçbir zaman bizi. Belkiler ve keşkelerdir bizi asıl korkutan , içimizi yokuş aşağı itilmişiz gibi titreten "belki şöyle olsaydı..." ya da "keşke yapmasaydım..." dememek içindir tüm çabalarımız. Ama bilmeyiz ki yanlış yapmak her zaman daha kolaydır , yanlış yapmışsındır artık doğrusunu biliyorsundur ve bu yol genelde bir labirent değildir.


 Bilinen yola koyulmak -istediği kadar çetrefilli istediği kadar engebeli olsun- bilinmeyen en kolay yoldan bile daha gidilebilirdir.


Yanlış yapmama isteğidir bizi asıl şekillendiren , mükemmeliyetçi bünyelerimize ve şişkince egolarımıza "yanlış yapmış olmayı" yedirememektir. Yanlış yapmayan insan öğrenemez , emin olamaz çünkü hiçbir zaman ve doğru yolu hep çok daha fazla zaman kaybederek bulur. Yanlış yapmaktan korkarak yanlış yapmak ise -ki bu ironilerin prensesidir bana göre- daha çok yanlış yapmaya sevk eder bizleri. Tecrübe-yanlışlar ve doğru yol üçgenini doğru kuramamak ise salt IQ ile ilişkilendirilemez aslında -her ne kadar öyle bir eğilimimiz olsa da- kalbimiz hormonlarımız ve hipotalamusumuzdaki uyarıcılar arasındaki savaşın sonucu da hatırı sayılır bir etkendir bu duruma. Algılarımızın bu davetsiz kapıyı çalan ve default olarak içeri giren uyarıcılara kayıtsız kalması bile olanak dışıdır pek tabii.


"Nereye geleceksin?" diye beklediğinizin farkındayım , sadece "neye göre" yargıla(n)dığımızı merak ediyorum. Neye güvendiğimizi , emin olma erkimizi nasıl sorguladığımızı... Şimdi yazının başına dönelim , ilk cümleyi tavsiye niteliğinde okuyalım ve bu yazı kendini imha etsin.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Default

Yüzünün kıvrımlarında geçen hayatım gözlerinden akan son bir pişmanlık damlasıyla son buldu. Dönülmezlerimizi ve yanlışlarımızı biz kendi ellerimizle yaptık; ve o kumdan kale yıkıldı , dönüşü yok artık.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Mad about you.

Elleri şakladı , gözleri gökyüzünden yüzümüze yağdı ve ay ışığı saçlarından yüzümüze aktı. Şüpheci gözleri bizden arkadaki gitar çalan esmer çocuğa kaydı ve o dansına başladı. Büyülenmişçesine yerime mıhlanmıştım , kırmızı bandanası ile yeşil gözlerinin yere hükmeden uzun eteği ile konuşması mıydı dansı yoksa büyük altın küpelerinin siyah saçlarında dolanması mıydı bilmiyordum. Yalnız ben değildim belli ki böylesine kendinden geçen , cazibesi ile hükmedebildiği. Kendinden emin tavrı beni kendimden almıştı hiç bilmediğim öğrenmediğim dokunamadığım dikenli bir gül gibiydi güzelliği. Kolayca koparabildiğim papatyalar gibi hemen solup gitmeyecek ya da gönülsüz yaseminler gibi kokusunu üzerime işleyip kaybolmayacaktı ortadan. Kaybolamazdı , ah romen kızı , soğukluğun bir nimet gibi öğretildiği İngiliz kültüründe üşürken içtiğim sıcak şarabım , dikenlerini batır ellerime. Ben sana o esmer çocuğun baktığı gibi bakamam , seni kucaklayamam , kuruyamazsın çürürsün ellerimde. Dudakların dudaklarıma değerse çürürsün , kırmızılığın korkutur düşlerimi. Romen kızı cazibeni saç rüzgarlara , saçlarının kokusunu çarp yüzümüze. Ellerinin birbirine her vuruşunu , eteğini her çekişini göster notalara , göster ki esmer çocukla kuruyasın. Kurumak ki en değerli şeydir bir yaban gülü için sonsuzlaşmaktır.

Senin sonsuz olduğunu bilsem yetecek Romen kızı.

Sting - Mad about you.   http://fizy.com/s/1dekfc

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Confused.

Azıcık kafa karışıklığı , artık bir yol belirleme isteği. Hayır , hiçbir şey için "erken" değildir.

En kısa zamanda tekrar yazacağım.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Infinity

Yalnız bir yokuşun ıssız adımları gibiydik seninle.
Sen fütursuz taşı kaldırabilmek için yerinden
Gözlerini satmıştın arsız bulutlara
Bense ulaşmak için maviliklere
Takas etmiştim düşleri dalgalara.
Denizaşırı bir ülkenin uzak diyarlarından gelmiştin sen ,
Bense kızıl kumları kaldıran çöllerin şerrinden
Ne aşabildik zamanı dalgalarla
Ne de ulaşabildik vahalara şarkılarla.
Arsız bulutlardan yağsaydı gözlerin kumlara
Bir rüzgar eserdi Akdeniz'den Marmara'ya
Çıkarcı bir dalganın tutuşmuş dudaklarıyla
Ne de oynaşırdı aşklar , yıldızlar
Çekinik bir duygunun gizli tutkusu gibi naif
Işıklı bir avizenin utancı kadar az
Cennetten yere düşmüş elmanın değeri kadarsa aşk
Kımıldatamadığın taşı kaldıracak kadar saf.


Ps: Söz konusu şiir olduğunda kendime fazla güvenemiyorum. "Şiir denemesi" diyelim.

Ormanda uyuyan göllerde olduğu gibi

Ormanda uyuyan göllerde olduğu gibi,

İki şeyle doludur çoğu insanın kalbi:

Gökyüzü -ve onun bulutları, ışıkları

Türlü renklerle boyar kıpır kıpır suları,

Ve çamur - derin, karanlık, uyuşuk, kasvetli,

Kirli sürüngenlerin sinsice gezindiği..


Victor HUGO

10 Ağustos 2010 Salı

Vapurlar felan.

Bu aralar sürekli bir an için durup hayatın ne garip bir adalet mekanizması olduğu hakkında kafa yormaya başladım. Mesela birine söylediğin bir şeyi yıllar sonra aynı şekilde kel alaka başka birinin ağzından duymak cidden çok ilginç.Deja- vu desen değil de hani.

Adalet üzerine kafa yoruyoruz sonra adaletin aslında hiç olmadığından bahsediyoruz. Bir de üzerine hukuk okuyoruz , hukuk yaratmaya and içiyoruz. Hoş hukukla o adalet terazisi arasındaki bağlantıyı hala daha anlayabilmiş değilim gerçi. "O kadar adil o kadar adiliz ki..." diye bağlayan cümlemi tamamlayacak şeyi bile seçemedim. Ülkemin abuk subuk siyasetçileri ve olmayan yargı sistemine değinmeyeceğim , konumuz o değil. Ama biraz durup hayatın bizimle aslında yalnızca kafa bulduğunu görmek bile insanı bulunduğu çevreyi gözlemlemeye sevk ediyor.

Misal zamanında senin yaptıklarını sana yapıyorlar , sana yapılanı sen yapıyorsun sonra gelip buna "hayat adaletsiz ki" diyerek kadeh tokuşturuyorsun. Rakı-balık yapma demiyorum arkadaşım başka sebeple iç , mesela Pollyanna'ya selam çak "gelecek güzel günlere içeliğm" falan de. Açık açık bir kuyuya düşüyorsun ve o kuyuyu zamanında büyük bir hazla ve şevkle sen kazmıştın.

Hiç kuyu kazmayalım mı yani? Mevlana tadında "ne olursan ol gel" diyerek mi dolaşalım?

Ütopyalarda yaşamayalım evet. Ütopyalar iyidir ama olsaydı ütopya olmazdı , değil mi?

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Dear Sam

Sevgili Sam ,

Her şey gibi mektubuma başlangıcım da alışılmış olsun istedim. Alışılmış saf olmayan mutluluklar , alışılmış plastik kokan hüzünler ve alışılmış ağlak özlemler geçirdik seninle. Her şeyin alışılmış olması bile alışılmış dışıydı belki , bilemiyorum.

Sam , çok alıştım ben seni doğrudan görmeye. Gözlerimi kapatınca suretini , zihnimi açınca içini görmeye. Hep bir eksik vardı derdim ya , bir eksik ki bir elmanın iki parçası , biri çürük diğeri parlak ve pürüzsüz. Hangimiz parlak ve pürüzsüzdük , hangimiz çürüktü kurtlanmaya yüz tutmuştu gerçekten bilmiyorum.

Bir mumun erimesi misali yavaşça damlayarak süzülürken üzerinden zaman , sen farketmedin aslında mumun söndüğünü. Mum hep aynı coşkuyla yanacak sandın , mum hep daha çok yakacaktı elini.

Ah Sam , seni farklı severdim ben. Tutkudan arınmış ama naif gözlerinin yaydığı güveni özledim. Sen ki bir dostun olabileceği en alışılmış güvendin. En kelepçeli ve kör teslim olunandın. Ben sana kör teslim olurdum ; ama sen hep bir gözünü açık tutardın. Gözünü açık tuttuğunu bilirdim , mendilin altından gülerdim ama sen görmezdin. O baloncuk kokan gülüşünü özledim Sam.

Yollar girdi aramıza Sam. Yollar ki ne kadar uzun , ne kadar tükenmez olursa olsun iki dostu ayıramayacak bir mum kalıntısıdır yanmayan.

Yakardık Sam , yakardık ve biterdi. Yollar ki en masumu en dokunulmamışıdır ama yolun ucundakiler öyle mi? Ben gittim ve sen kaldın.

Geleceğim dedim , "sen ayrısın!" dedim , değişme dedim.

"Değişme Sam!" dedim. Değişme.

Ama ben değiştim.

Döndüm Sam. Döndüm ama aramıza giren yollar değildi yalnızca , aramıza artık hayatlar girmişti. Fırından yeni çıkmış taze ve dokunulmamış , iştah açıcı hayatlar. Senin hayatına müdahale edemem ben Sam. Eskisi gibi olalım diyemem. Çünkü sen evet desen ben olamam , korkarım biliyorum. Mum kalıntılarından korkarım , iştahımı bastıramamaktan belki de...

Başkalarını sana tercih ederim diye korkarım. Lütfen yapma Sam. Lütfen "hep eskisi gibi olalım" deme. Olamayız çünkü.

Kendine iyi bak demeyeceğim , bakmazsın biliyorum. Seninle büyüdük biz. Ama hayatın kalıplarını basmaya başladığı şu süre zarfında kalıbın altında şekillenmeden duramam. Durmakta istemem zaten. Kim şekilsiz bir kurabiye olmak ister ki değil mi? Hem de mum ışığında gölgesi daha da büyümüş şekilsiz bir kurabiye... Ben cesaret edemedim , edemem de zaten , bilirsin.

Sen bir dostun olabileceği en iyi şeydin Sam. Sen her şeydin. Koşulsuz sevgiyi ayak bağı olarak görmeye başlayan biriyle yapamazsın artık sen.

Hoşçakal Sam.

8 Ağustos 2010 Pazar

Bir başlangıç gerek.

Uzun zaman sonra yeni blog açtığıma göre , bir açılış konuşması yapma zorunluluğu hissettim üzerimde. Aslında eski yazılarımdan birini koymayı hedeflemiştim başlangıç için , sonra "Aynı nehirde bir kez daha yıkanamazsın." mottosunu sürekli tekrarladığımı anımsayıp yazılarımı gözden geçirdim.

Üzerlerindeki toz üflemekle geçecek değildi , dahası o yazılar artık "ben" değildi. Ben kokmayan bir şeyi buraya koymak olası okuyucularımı benim hakkımda yanıltma kaygısından çok ne kadar "yol" katettiğimi görmezden gelmek olacaktı. Bu sebepten ötürü , bıraktım boş kalsın , gelecek yazılarımın önünü tıkamasın yahut bir başlangıç olmasın. Çünkü bir "başlangıç" yapmak için nerede olduğunu bilmelisin önce.

Yükseklik korkusu depreşmiş bir adrenalin bağımlısı misali ayağımın taştan kayıp içimden bir şeyler ta ağzımdan fırlayıp aşağıya düşecekken , boş kalmış terli ellerimi içimdekileri yakalamaya mı tutunacağım ipe mi götürsem kararsız bir halet-i ruhiye yaşadığım. Terli ellerim paslı kelimeleri yazmak için çok şey yaşadı belki , belki de içselleştirdiğim bir sebepsiz korku varlığını sürdüren. Ama şuna eminim , tertemiz bir sayfaya yazıyorum. Nerede olduğumu tam göremesem de epeyce yüksekte olduğumu hissediyorum. Bu yüzden ipe daha sıkı daha şevkle sarılmalı ve asla aşağıya bakmamalıyım , biliyorum.

Gün gelir de zirveye ulaşabilirsem şayet , o dans eden bulutların naif rüzgarı yalarsa saçlarımı o zaman bakacağım aşağıya. Vardığım zirve başladığım nokta değilse şayet.