28 Aralık 2010 Salı

Yağmurla yeksan

Boş bir sokak. Ve en az yağan yağmur kadar titrek sokak lambaları. Terk edilmiş park halindeki arabalar, sabah hangisinin park yerinden daha çabuk çıkabileceğini kestiremeden enerji topluyorlar. Gecenin karanlığında yalnız sesi duyuluyor yağan yağmurun. Bir de inceden pencereden süzülüşleri.

Titrek sokak lambasının gölgesi vuruyor yaşlı kaldırımlara. Kaldırımların ilk arınışı değil, ilk boğuluşu yahut ilk serinlemesi değil bu. Bir-iki pencereden süzülüyor ışık. Aralanmış perdelerden yağmurun farkındalığını aksettiren fısıltılar duyuluyor yalnız. Sonra onlar da kapanıveriyor. Sokak, sokak lambalarının gelgitli ışığına teslim oluyor.

Yağmur coşkusunu kaybetmiş değil henüz. Arındırabileceği şeyler bulma telaşesinde.
Yağmurun, ulaşabildiği camlara işleyebileceğini sandığı zamanlar.

Daha yağmurun kirlenmediği zamanlar...
Daha asfaltın yağmurla arınabildiği...
Daha asfaltın ancak üzerinden geçenlerin ayak izleriyle kirlenebildiği...
Daha sokak lambalarının daha sık titrediği ,
arada kendini karanlığa koyverdiği...
zamanlar.

Pencereden süzülen tek bir yağmur damlasının sükunetini seyre gelen aşıklar gibi toparlanmaya çalışıyor sokak. Bir yağmur damlası buluşuyor camla, duracakmış gibi yapıp önünü kesen diğer yağmur damlalarına aldırmadan keşfe çıkıyor camın derinliklerini. Diğer yağmur damlaları kâh engel olmaya çalışıyor kâh duraksatıyorlar onu ancak büyüdükçe büyüyor yağmur damlası. En derine, en dibe yaklaştıkça hız kazanıyor, sabrını tüketiyor adeta.

En dibe ulaşınca ne olacak sahi? Ya pencere pervazıyla yeksan olacak ya yerle buluşacak.
Pencereyle yeksan olmanın bedeli yere damlamak mı?
Pervaza razı gelmek belki.
Belki.

16 Aralık 2010 Perşembe

Sarı kar.

Hafif ayrıksı uçuk sarsıntılı bir havanın akabinde gelişen olayları anımsamaya çalışmak için uğraştı. Sonsuzun kelime anlayışını sorgularken aslında sonuna geldiğini farketmesi ise yüzündeki anlamsız gülümsemenin varlığını ayrımsamasıyla rastlaştı. Düşündüğü, planladığı gibi gitmeyen gidişatları ansızın tasarım çekmecesinden çekip buruşturmayı da pek severdi. Bir üst çekmecesinde ise daha önce hiç yerle buluşmamış kar tanesi beyazlığında kağıtlar bulunurdu. Sevmezdi hiç beyaz kağıtları aslında ama her buruşturup attığı sonrasız tasarıdan sonra tasarlama isteğini perçinleyeceğini bilircesine inanarak çekerdi her birini. Beyaz kağıtları eritemezdi, beyaz kağıtları buruşturamazdı, eli gitmezdi.

Sarı kağıtları daha çok severdi beyazlara nazaran, sarı kağıtlar beyaz kağıtların ve tasarıların durduğu çekmecelerin altındaki çekmecede dururdu. Kendince başarısız addettiği ve buruşturamadığı beyaz kağıtların üzerini saman kokan kağıtlarla kapatırdı. Sarı kağıtlar nötrlenmeyi beklemezlerdi hiç, bembeyaz olmamalarının verdiği içtenlikle kalemi daha güvenilir bir şevkle buluşurdu kağıtla. Sarı kağıtları daha bir benimserdi, belki daha kolay buruşturabileceğini bilirdi, yahut sarılığı ona kaybettiği bilinmez zamansızlıklarını hatırlatırdı.

Sarı kağıtlar oydu, sarı kağıtlar onun
Sarı kağıtlar samandı, sarı kağıtlar alev.
Sarı kağıtlar saman aleviydi, sarı kağıtlar sarı
Sarı bir saman aleviydi, sarı kağıtlar sarı.

En alevli sarılarını beyaz kağıda yazıp sarıyla örtmeyi gelenek haline getirmişti. Sarıyı sarıyla örtmez, her buruşturduğu sarı kağıt ona kendi sarılığında peydahlanmış bir duraksamayı anımsatırdı.

Bir gün, tüm tasarımlarını masanın üzerine çıkaracağı tuttu aniden. Sezinlercesine yaşanacaklarını iç çekti bir dil sürçmesi tereddütüyle. Tereddütün alnındaki teri silmek tersine geldiğinden tersledi kafasında oluşturduğu tezleri ve teşebbüse geçti. Parmaklarında parlamaya başlayan sabırsızlıklarını saydığı sayılar, sayamadıkları kadar çok muydu acaba? Ya da sözü edilmeyen etkileşimlerin etik olmayan etkileri kadar etkileyici miydi unutuşları? Önemi yokmuş gibi görünen özümseyişlerin özü özgülenmişse sahiden bir yerlere önemsizliğin özeli sevilebilirdi de bazen.

Tek eliyle masanın üzerinde ne varsa tüm komşuları rahatsız edercesine bir göz karartısı eşliğinde aşağı göndermenin yarattığı zevkin, hayalini kurduğu kadar tatmin edici olmayışı duraksatabilirdi onu ancak.

Önce beyaz kağıtları çıkardı çekmeceden özenle. Yeryüzüyle buluşma heyecanı içerisinde tek bir kar tanesi hafifliğinde ve eriyişinin anlığını yakalayabilmek adına daha bir soluksuzdu. Sonra tasarımlarını çıkardı, asla sonunu getiremediği tasarımlarını... Parmakları gezindi masanın hafif pürüzlü tahta yüzeyi üzerinde, beyazla masanın kahverengisinin kontrasını sevmezdi hiç. Sarı kağıtlar tasarılarının üzerini örtebilir miydi sahiden hiç bilemezdi. Merakının meramını görmek için el çabukluğuyla açtı çekmeceyi ve topladı bir yana dağılmış sarı kağıtları. Sarı kağıtlar inceydi, alevdi. Beyaz karı da en güzel sarının saman alevi eritirdi.

Aniden çıkan rüzgarın tipiyle tüm kağıtları bir yana savurması o an en son aklına gelebilecek şey olmalıydı. Elindeki son sarı kağıdın gözleri önünde uçması karşısında ise bir refleks hareketi bile gösterememişti oysa. Pişman değildi, olamazdı zaten. Çünkü pencere açık olmasaydı nefes alamazdı, pencere açık olmasaydı dışarıyı göremezdi. Hava sıcakken aralayıp tüm pencereleri soğutamazdı ısınmışlığını, hava soğukken daralıp kapatamazdı sıkıntılarını.

Sarı kağıtların aparmanın 7. katından aşağı süzülmesini izlemek ayrı bir haz olmuştu onun için. Beyaz karlardan naif, sarımtrak yapraklardan hafif bir sızı çöreklendi içinde bir yerlere. Sızlamaya başlaması "-sız"laştırdığı ana denk geldi.

Sarımsı sızılarını beyaz yapraklara sakladı. Beyazlığını saman alevine attı. Karların içindeki alev yerini ince bir dumana bıraktı.

Kar kayboldu, alev yok oldu. Beyaz kirlendi, sarının isiyle kirlendi. Sarı yandı, karlara aktı.

5 Aralık 2010 Pazar

Zor.

Bile bile lades demişken... Biz bile bile lades yapmaya geliyoruz aslında hayata.
Gözlerimizi ilk açışımızda, ilk koku alışımızda, ilk ağlayışımızda...
Her şeye rağmen devam ediyoruz nefes almaya, ayakta durmaya çalışmaya, inanmaya...
Kimse bize bir gün öleceğimizi söylemiyor.
Ama biliyoruz.
Bunu kabullenmiş olarak doğuyoruz çünkü.
Sahi, kabullenmek var mı genlerimizde? Yoksa böylesi daha mı kolay?
Kolay olması neyi değiştirir ki? Hangimiz kolayı sevdik, hangimiz kolaya bağlandık?
Zor olandı hep sevdiklerimiz, değer verdiklerimiz, önemsediklerimiz...
Çünkü ne kadar zorsa o kadar emek harcadık, o kadar özveride bulunduk.
Ulaştıktan sonra o kadar da zor olmadığını görünce hangimiz soğumadık isteklerimizden?
Daha zoru vardı hep, daha ulaşılması güç doruklar...
Ne zaman dizginledik kendimizi? Ya da dizginlemeyi hiç istedik mi?
Zor olanla basit olanın değerini hiç karşılaştırdık mı? Belki en basiti en faydalı çözümdü bizim için?
Gökte ararken yerde bulduk mu hiç?
Kırabildik mi bir kez olsun önyargılarımızı?
O değil de, zor olan aslında zor olduğunu biliyor muydu? Zor kimin zoruydu? Belki en basiti oydu?
En basiti oydu da çok çaba harcaması işimize gelmiştir yahut?
Bu işler zor.
Yaşamak zor.
Ölmek zor.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Ben Ruhi Bey, iyiyim.

"Ölüler ki bir gün gömülür
içimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler
insan yaşıyorken özgürdür.
insan
yaşıyorken
özgürdür."